Burjuva ideolojisinin ve onun çekim alanındaki küçük burjuva sosyalist hareketin demokrasiyle özdeş göstermeye çalıştığı demokrasinin dile geliş biçimlerinin ne anlam ifade ettiklerini de anlamak gerekiyor kuşkusuz.
Ama bunları da doğru anlayabilmek için, önce demokrasi denilen şeyin gerçekte ne olduğunu ortaya koymak gerekiyor. Ki, bahse söz konusu ifadelerin ne anlam ifade ettiği de anlaşılabilsin.
Demokrasi olgusunu kavrayabilmek için, herhangi bir olguda-süreçte-maddede olduğu gibi, içerdiği kalıcı ve temelli yanları tespit etmek, aralarındaki bağıntıyı kurmak yani özünü açığa çıkarmak gerekir.
Demokrasi olgusunun kalıcı ve temelli yanlarından biri devlet ögesidir. Demokrasi bir devlet biçimidir. Dolaysıyla demokrasiyi kavrayabilmek için, öncelikle temelinde bulunan devlet ögesini kavramak gerekiyor.
Ve yine biliyoruz ki, demokrasi devletin tek biçimi değildir. Monarşi, Aristokrasi, Faşizm, Cumhuriyet, Krallık gibi daha başka devlet biçimleri de vardır. Buda bizi, demokrasinin bir başka kalıcı ve temelli yanına götürür. Demokrasinin diğer devlet biçimlerinden farklılığını yaratan yanına: “Halkın iktidarı” olmasına. Öyleyse, demokrasi olgusunu kavramak için en anlamamız gereken diğer bir şey de, “halkın egemenliği”nin ne anlama geldiğidir.
Tabi ki bu iki olguyu anlamak kadar aralarındaki bağıntıyı da doğru kavramak gerekiyor ki, demokrasi denilen şeyin özü anlaşılabilsin.
A) Devlet
Engels devleti özetle şöyle anlatır bize.
1) Belli bir gelişme aşamasındaki toplum (başka bir ifadeyle) ilkel komünal toplumun gelişmesinin bir aşamasında), kendi kendisiyle çözülmez bir çelişkiye, önlemekte yetersiz kaldığı uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünde; bu karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların kendilerini ve toplumu bir kısır mücadele içinde eritip bitirmemesi için yarattığı örgütlenmedir devlet.
2) Devleti diğer toplumsal örgütlenmelerden ayıran onun içeriğindeki kalıcı ve temelli yan ise, sistematik zor aracı olmasıdır. Devlet, zor aracı olması sayesinde toplumun kısır bir mücadele içinde eriyip gitmesine engel olur. Onun bu özü, ordu-polis-hapishaneler vb sivil-askeri bürokraside somutlanır, dile gelir, kendini görünür kılar. Deneyimlenerek görülmüştür ki, devletin toplumsal yaşamdaki bir çok faaliyetine son verilse ve özellikleri değişse de; sistematik zora dayalı faaliyetleri korunmuş, artmış ve güçlenmiştir.
3) Toplumun içinde gelişen çatışmaya gem vurması ve bu çatışmanın toplumsal düzeni yıkıma götürmesini önlemek amacıyla oluşturulan bu örgütlenme ortaya çıkışı ile birlikte kendini toplumun üzerine çıkarmış ve giderek topluma yabancılaşan bir güce dönüşmüştür. Yani sistematik zor uygulama gücü olan ve topluma da yabancılaşmış bir araçtır. Bu araç, devlet, topluma yabancılaştıkça kutsallaştırılmış ve kutsallaştırıldıkça topluma daha da yabancılaşmıştır.
“Felsefi düşünceye göre devlet “düşüncenin gerçekleşmesidir” ya da yer yüzünde tanrı imparatorluğunun felsefe diline çevrilmesidir, ki yeryüzü ebedi gerçeğin ve adaletin gerçekleştiği ya da gerçekleşeceği alandır. Ve devlete ve devletle bağlantılı her şeye duyulan batıl itikatlı saygı buradan kaynaklanır. Ve çocuk yaştan itibaren, tüm toplumun ortak işlerinin ve çıkarlarının, şimdiye kadar yapıldığından yani devlet ve onun dolgun maaşlı resmi makamları tarafından yapıldığından başka türlü yapılamayacağını düşünmeye alışıldığı için o ölçüde kolay yerleşir. Ve kalıtsal monarşiyle inançtan kurtulup, demokratik cumhuriyete körü körüne inanıldığında çok yürekli bir adım atıldığı sanılır.” (Engels)
4) Karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların çatışmasının ortasında doğduğu içinde, ekonomik anlamda güçlü olan sınıf tarafından ele geçirilmiş, böylece ekonomik bakımdan egemen olan sınıf, siyaseten de egemen hale gelmiştir. Ekonomik bakımdan güçlü olan sınıf, toplumsal yaşamı istediği gibi, yöneteceği bir güce ulaşmış olur. Egemen sınıfın elinde, sistematik zor uygulama yeteneği olan bir aygıt; üstelik toplumun (kısır bir mücadele içinde eriyip yok olmayı önleyeceği umuduyla) rızasını almış ve zamanla kutsallaştırılmış bir aygıt vardır.
Sömürücü sınıf, sınıf karşıtlıkları içinde evrimleşen devlet aygıtını ele geçirmesi sayesinde, sömürdüğü sınıfı var olan üretim biçiminden (kölelik, toprak köleliği, ücretli kölelik) kaynaklanan baskı koşulları içinde tutma imkanını elde etmiştir. Bu araç sayesinde, uzlaşmaz karşıtlık içinde olduğu sınıf (köle, serf, işçi) bastırarak, boyun eğdirerek yani ona karşı sistematik zor kullanarak, üzerinde bir diktatörlük kurarak toplumsal yaşamı yönetir hale gelmiştir.
Öyleyse, devlet, ekonomik olarak egemen sınıfın sistematik zor yoluyla toplumun geri kalanı üzerinde egemenlik kurma, kendine tabi kılma, diktatörlüğünü gerçekleştirme aracıdır. Var olma nedeni budur, varoldukça da işlevi de bu olacaktır.
B) Halkın Egemenliği
Toplumun kısır bir mücadele içinde yok olup gitme sorunu, egemen sınıfın devlet aygıtı aracılığıyla sağladığı siyasal egemenlikle çözülmüştür. Fakat bu seferde nasıl bir devlet sorusu toplumun resmi temsilcisi haline gelen egemen sınıfın gündemine girmiştir.
Egemen sınıflar bu soruya çeşitli cevaplar vermiştir. Kendi içlerinden çıkardıkları tek bir kişiye bu erki vermek ya da din adamları, bilim insanları, filozoflar veya belli bir soydan gelen görece küçük bir gruba bir erkin verilmesi gibi. Ya da erkin “halk”ta olması gibi Lenin bu durumu şöyle özetler:
“Daha o zaman monarşi ile cumhuriyet, aristokrasi ile demokrasi arasında bir çok fark vardı. Monarşi tek bir kişinin erkiydi, cumhuriyet herhangi bir seçilmemiş otoritenin var olmamasını temsil ediyordu; otokrasi görece küçük bir azınlığın, demokrasi ise halkın erkiydi... Tüm farklılıklar köleci dönemde ortaya çıktı. Bu farklılıklara rağmen, kölecilik döneminde ister monarşi olsun isterse cumhuriyet; ister demokrasi isterse otokrasi olsun; devlet köle sahiplerinin devletiydi.
Egemen sınıfın nasıl bir devlet sorusuna verdiği cevaplardan olan erkin “halk”a verilmesi yani demokrasi, karşımıza ilk defa eski Yunan cumhuriyetlerinde çıkar. Ki en gelişkin haline Atina Demokrasisinde ulaşır. Daha sonra ortaçağda (feodalizm döneminde) site demokrasileri olarak yeniden belirir ve nihayetinde kapitalizmle birlikte egemen sınıf haline gelen burjuvazinin en yaygın baş vurduğu devlet biçimi olur. Ve Lenin’in işaret ettiği üzere, burjuvazinin varlığını ve egemenliğini en güvence altına alan devlet biçimi olur.
Demokrasiyi diğer devlet biçimlerinden ayıran, erkin “halk”ta olması olduğuna göre, demokrasinin diğer devlet biçimlerinden farkını doğru kavrayabilmemiz için, “halk” kavramının ne anlama geldiğini, hangi gerçekliğin kavramlaştırılması olduğunu bilmek gerekiyor.
Demokrasi ve halk kavramları tarih sahnesinde ilk olarak köleci dönemde ve en gelişkin haliyle de Atina’da görülür. Dolaysıyla Atina Köleci Toplumunu kısaca hatırlamak, aradığımız cevabı da bize verecektir.
Atina köleci toplumu, köleler ve özgür yurttaşlardan oluşur. Bu toplumda köleler, özgür yurttaşların neredeyse altı katı kadardır. Tüm köleci devletlerde olduğu gibi, Atina Demokrasisinde de köleler, insan olarak kabul edilmezler. Onlara eşya konuşan hayvan, köle sahibinin malı gözüyle bakılır. Dolaysıyla Atina Demokrasisi için nüfus, sadece özgür yurttaşlardan oluşur. Özgür yurttaş ise, köle sahipleridir. Dolaysıyla halk da onlardır. Halk kavramı, tüm nüfusu ifade eder. Yani egemen sınıf olan köle sahiplerini.
Atina Demokrasisinde siyasal erk, ‘halk meclisi’ denilen organa aittir. Burası, devlet işlerinin kararlaştırıldığı yönetim organıdır. Atina Demokrasisi, Agora’da (halk meydanında) toplanan Halk Meclisi aracılığıyla yönetilir. Ve bu meclise sadece özgür yurttaşların katılma hakkı vardır. Ve tüm yurttaşlar katılabilir. İstedikleri zaman bu haklarını kullanır ve Atina Demokrasisinin yönetimine katılmış olurlar. Anlaşılacağı üzere Atina Demokrasisinde siyasal iktidarın kaynağı olan halk meclisi tüm nüfusun yani yurttaşların tümünün yani halkın yani köle sahiplerinin iradesine bağlıdır. Ekonomik olarak egemen olan sınıfın iradesine.
Kölelerin yani yurttaşların altı katı olan toplumsal kesimin (sınıfın) ise devlet yönetimine, siyasal iradenin oluşumuna katılmaya hakları yoktur. Olmaması da normaldir. Çünkü onları insan dahi görmez. Vatandaş, yurttaş olarak görmez. Bugün burjuvazinin ücretli köleleri insan olarak görmemesi gibi. Biri bunu açıkça dile getirmiş diğeri ise bunu maskelemiştir sadece. Burjuvazi, demokrasiyi dile gelme biçimleriyle özdeşleştirip, ücretli köllerin de bu haklara sahip olduğunu ilan ederek gerçeği maskelemiştir. Ücretli köle, demokrasinin özüne sahip olmadığı için, verilen-verilmek zorunda kalan bu haklara da ancak biçimsel olarak sahip olur. Dolaysıyla, Atinalı köleden özde farkı olmaz.
Demek ki Antik Yunan Demokrasisinde, Lenin’in dediği gibi, halkın egemenliği vardır. Lakin ‘halk’, ‘yurttaş’, ‘vatandaş’ kavramları sadece egemen sınıfla ilgili kavramlardır. Halk kavramının yansıttığı gerçeklik budur.
Antik Yunan Demokrasisinin bu kavramlaştırmaları, esasında sonraki toplumsal sistemlerde de geçerliliğini korumuştur. Egemen sınıflar özellikle de burjuvazi, her ne kadar tersini söylese de; aynı ülkede yaşayan herkes vatandaştır, yurttaştır dese ve nüfusun tamamına halk dese de; erk halk aittir derken, esasında Antik Yunandaki duruma gönderme yapmaktadır. Bunu pratiğine bakarak görmek mümkündür. “Yurttaş”, “vatandaş”, “halk” yararına olduğu söylenerek alınan ekonomik ve siyasal kararlar, son tahlilde egemen sınıfın çıkarlarına bağlı olmuştur hep. Kendisi de bir burjuva olan bakan, emekçi yığınlar ciddi ekonomik sıkıntılar içinde kıvranıp açlık çekerken, “ekonomi mutluluktur, gözlerdeki ışıltıdır, gözlerime bakın oradaki ışıltıyı göreceksiniz” diyerek tarif eder aldıkları kararların kimleri mutlu ettiğini. Siyasi iktidar aldığı kararlarla emekçi yığınların gözlerinin ferini söndürüp nüfusun sekizde birinin gözlerini ışıl ışıl ederek, kimlerin iradesine bağlı olduğunu göstermiş olur. Ya da bir devlet başkanı, kendine sitem eden burjuvalara: Gözünüze dizinize dursun, en fazla benim zamanımda para kazandınız minvalinde şeyler söylemekten çekinmez. Ya da 12 Eylül askeri darbesinin burjuvazinin istediği ekonomik kararların uygulanabilmesi için yapılması gibi.
Burjuvazi günümüzde, “anayasal eşitlik-adalet”, “genel oy-parlamentarizm”, “düşünce-basın-örgütlenme özgürlüğü” vs’yi kabul ederek (kabul etmek zorunda kalarak), ücretli köle olan işçilerin de kendisiyle birlikte nüfusun parçası, vatandaş haline geldiğini, dolaysıyla kendisiyle birlikte halkı oluşturduğunu söyler. Ve böylece siyasi iktidarın kaynağı haline geldiğini iddia eder. Ve temsili demokrasiyle de bunun hayat bulduğunu! Ama tüm biçimsel gelişmelere rağmen, meselenin esası değişmediği için, sömüren-sömürülen, ekonomik olarak egemen olan ve olmayanlar biçimindeki karşıt sınıflar varlığını koruduğu için, Atina demokrasisinde olanla, tüm biçimsel gelişmişliğine rağmen burjuva demokrasisinde olan arasında özde bir fark yoktur. Ekonomik olarak gücü elinde bulunduran sınıf, siyasal iradenin asıl kaynağıdır. Siyasal egemenlik ona aittir. Demokrasi, egemen sınıfın tüm üyelerinin iradesinin siyasal iktidarın kaynağı olduğu devlet biçimidir.
Aslında burjuvaziye haksızlık da etmemek lazım. O, tarih sahnesine bu iddia ile ortaya çıkmadı. Toplumsal hayatın nasıl düzenleneceğine dair karar verme hakkının ekonomik olarak egemen olan sınıfa ait olması kölecilikten itibaren o kadar doğal bir durumdur ki, hiçbir egemen sınıf bunu saklama gereği duymamıştır aslında. Burjuvazide iktidarı feodallerden aldığında, bunu saklama ihtiyacı duymamış hatta ilan bile etmiştir. Burjuvaziyi ikiyüzlülüğe iten, proletaryanın tarih sahnesine çıkarak siyasal iktidara talip olması ve burjuvazinin bunu açıktan yadsımaya devam edemeyeceğini görmesidir.
Bilinir ki Fransa, 1789 Devrimiyle başlayan ve cumhuriyetin nihai zaferine kadar ki süreçte yaşadıklarıyla, burjuva demokrasisine, basitçe “demokrasi”ye dair tartışmaların beşiğidir. Bu yüzden, burjuva demokrasisini anlamak için iyi bir örnektir.
1789 Devriminden sonra bir anayasa hazırlanması gündeme gelir. Bu amaçla kurulan meclis toplanır. Bu meclis, Amerikan Bağımsızlık mücadelesinden doğan “Bağımsızlık Bildirisi”nden esinlenerek, 1789’da “İnsan ve Vatandaşlık Halkları Bildirisi”ni kabul eder. Bildiri, halkın egemenliğinin kabulüne dayanır. Ve “insanlar özgür doğar, özgür yaşarlar ve kanun önünde eşit hakları vardır” der. Böylece feodal toplumda bulunan ve elbette köleci toplumda da olan sınıfların hiyerarşik eşitsizliğine yani bir sınıfın (aristokrasinin, köle sahibinin) açıkça, hukuken diğer sınıftan (burjuvaziden, serften, köleden) üstün ve ayrıcalıklı kabul edilmesine son verileceği ilan edilir. Herkes kanun önünde eşit sayılacaktır. (Herkes halkın bir parçasıdır artık!)
Tüm insanların anayasal olarak yani biçimsel olarak dahi olsa eşitliğinin kabulü, tarihsel anlamda elbette ki ileri bir adımdır. Hem monarşiye yani tek birinin veya küçük bir azınlığın cebine dayanan devlet biçimlerine göre hem de sınıf hiyerarşisini açıkça kabul eden önceki demokrasi deyimlerine göre.
1789’da İnsan Hakları bildirisini yayınlayan meclis, iki yıl sonra yeni anayasayı kabul eder. Ama anayasada “halk” ikiye bölünmüştür. Oy verme hakkı olanlar ve olmayanlar. Kadınları ise kategorik olarak, kadın oldukları için bu hakkın tanınması söz konusu bile değildir.1
Oy verme hakkı, ağır vergiler ödeyen zengin yurttaşlara verilmiştir. Ve bu, o zamanki Fransa’da sadece 4 milyon kişi demektir. Yasama meclisine milletvekili, belediye meclisine temsilci seçme hakkı ve buralara seçilme hakkı, sadece bu 4 milyon zengine aittir. Ulusal muhafıza bile sadece onlar katılabilir.
Görüldüğü üzere burjuvazi, açıkça ve hukuken demokrasinin kime ait olduğunu en baştan ilan etmiştir: Zenginlere burjuvaziye. Siyasi iktidarın kaynağı, zenginlerin iradesine bağlı kılınmıştır. Nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksulların, sömürülenlerin iradesinin, siyasi iktidarın kaynağı olmayacağı açıkça ilan edilmiştir. Tıpkı Antik Yunanda olduğu gibi. Burjuva demokrasisindeki eşitlik, biçimsel eşitliktir bu yüzden. Gerçek eşitlik değil. Burjuva demokrasisi basitçe “demokrasi” diye anlatılan şeyin niteliği budur. Bu temsili demokrasi, zamanla niceliksel değişimler gösterse de, bazı özellikleri ülkeden ülkeye farklılaşsa da, bu içeriği, niteliği hep aynı kalacaktır. Yedisinde neyse yetmişinde de odur sözünün belki de en çok yakıştığı yer burasıdır.
Ve yine bilinir ki, Fransız burjuvazisinin en devrimci kesimini Jakobenler temsil eder. 1791’de, demokrasiye katılımın yüksek vergi verenlerle sınırlandırılması yasallaşınca, Robespierre, “halkın, haklarından yoksun bırakma gücünü size kim verdi” diye itiraz edecektir. Aslında bu itirazı ile burjuvazinin, kurduğu demokraside/devlette egemenliği kendi tekeline aldığını itiraf etmiş olur.
Bu radikal burjuva devrimciler, 1793’de yani 2 yıl sonra iktidarı ele geçirip genel oyu (tabi yine sadece erkekler için) kabul eden bir anayasa hazırlama erdemini gösterseler de, bu yasa meclisten geçmeyecektir. Burjuvalar, yoksulların, sömürülenlerin iradesinin siyasi iktidarın kaynağı haline gelmesine izin vermezler. 1800’lerin sonuna kadar bunu hoyratça göstermekten de çekinmeyeceklerdir.
1795’de Jakobenler iktidarı kaybeder ve gelenler yeni bir anayasa hazırlarlar. Bu sefer genel oy hakkı tamamen kaldırılır ve sadece mülk sahiplerine oy kullanma hakkı verilir.
Burjuvazinin basitçe “demokrasi”den anladığı ve tüm kurumlarıyla inşa ettiği demokrasi, daha ilk doğduğunda bile budur. Üstelik en devrimci iddialarla ortaya çıktığı yerde ve zamanda bile. Demokrasi egemen sınıf içindir, burjuvazi içindir. Proletarya ve yoksullar için ise diktatörlük. Ortaya çıkan yine köle sahiplerinin ama bu sefer ücretli köle sahiplerinin demokrasisidir. Değişen, eski demokrasi biçimlerinden farklı olarak sınıf hiyerarşisinin (köle-köle sahibi vb) açıkça ilan edilmemesi ve ücretli kölelere, anayasal eşitlik-biçimsel eşitlikle sınıf atlama hakkı tanınmış olmasıdır! Pratikte gerçekleşmesi imkansız olan bir hakkın ardına gizlenmiş bir ikiyüzlülük.
Başta da söylediğimiz gibi, burjuva demokrasisi, nüfusun tamamının iradesini siyasi iktidarın kaynağı yapmak için ortaya çıkmamıştır. Sonun varoluş nedeni bu değildir. Ve hiçbir zaman bunu gerçekleştirmeye yönelmemiştir bu yüzden. Başlangıcından itibaren iddiası ve yapmaya çalıştığı, siyasi iktidarın kaynağını burjuva sınıfın tüm üyelerinin iradesine bağlı kılmaktan ve böylece burjuvalar için eşitliği sağlamaktan başka bir şey olmadı. 1791’de Fransa’da açıkça ilan edilen şey yani; Halk (tüm nüfus anlamında) ikiye ayrılır, devleti yönetmeye hakkı olan zenginlere ve olmayan yoksullara!
Bu yüzdendir ki, “eşitlik”, “adalet”, vb talepler ta burjuvazinin soylulara karşı yükselttiği daha sonra ise kendi içlerinde birbirlerine karşı yükselttikleri taleplerdir. O günden bugüne, zaman zaman burjuvazinin içinden bu ses yükselmiştir. Ve bu sesi yükseltenler, istedikleri sonucu almak için burjuvazinin geri kalanı üzerinde baskı oluşturmanın yolunu, kendi taleplerini halkın (yoksulların) talebi olarak göstermekte, yoksulları arkalarında toplamakta görmüştür. Emekçi yığınlarda sık sık bu tuzağa düşmüştür. İşçi sınıfı, kendisi için sınıf olarak hareket edene ve kendi demokrasi anlayışını ortaya koyana kadar da bu oyun şu veya bu şekilde karşılığını bulmuştur, bulacaktır.
Burjuva demokrasisinde erkin burjuvalara ait olması çok doğal görüldüğü içindir ki, gelir, eğitim durumu (özellikle de o dönemlerde zengin olmayanların eğitim alması imkansızdır), ikamet süresi (işçiler ve yoksullar iş bulmak için sık sık yer değiştirmek zorunda kalır ve bu yüzden oy kullanma hakkı elde edecek kadar bir yerde kalamazlar) gibi kıstaslar ileri sürülerek siyasi iradenin kaynağının burjuvazinin iradesine bağlı olması 1900’lerin ilk çeyreğine kadar gizlenmeden sürdürülmüş ve bu durum hukuken de ilan edilmiştir. Kadınların demokrasiye katılı ise, bir çok ülkede 1950’ye kadar kanunen yasaklanarak engellenmeye devam edilecektir.
“Çok küçük bir azınlık için demokrasi, zenginler için demokrasi -kapitalist toplumun demokrasisi budur. Kapitalist demokratizmin mekanizmasına daha yakından bakıldığında seçim hukukunun ‘küçük’, güya ‘küçük’ ayrıntılarında (yerleşiklik koşulu, kadınların dıştalanması vs) aynı şekilde temsili kurumların tekniğinde, toplantı hakkının gerçekte engellenmesinde (kamu binaları ‘dilenciler’ için değildir!) ve günlük basının katıksız kapitalist örgütlenmesinde vs vs- her yerde demokrasiye kısıtlama üstüne kısıtlama konduğu görülür. Yoksullar için bu kısıtlamalar, istisnalar, engellemeler, özellikle kendini hiç sıkıntı çekmemiş ve ezilen sınıfların kitlesel yaşamıyla hiç temas etmemiş olanlara az görünür; ama hepsi bir arada ele alındığında bu kısıtlamalar yoksulların politikadan, demokrasiye aktif katılımdan dıştalanmasına, itilmesine yol açar.
Marx... kapitalist demokrasinin bu özünü parlak biçimde kavramıştır; ezilenlere birkaç yılda bir, ezen sınıfın hangi temsilcisinin onları parlamentoda temsil edeceğine ve ezeceğine karar verme imkanı verilir” (Lenin C-7/94)
Sonuç itibariyle, tarihteki deneyimlerden de yola çıkarak demokrasinin özüne dair söylenebilecek iki şey vardır. Biri, devlet biçimidir. Egemenlik altında tutulan, sömürülen sınıflara karşı sistematik zor uygulama aracıdır. Diğeri ise, bu erkin, ekonomik olarak egemen olan sınıfın tüm üyelerinin iradesine bağlanmış olmasıdır. Dolaysıyla genel, basitçe “demokrasinin sorunlarından bahsedilemez. Hangi demokrasiden, hangi toplumsal sistemdeki demokrasiden ve sorunlarından bahsedildiği söylenmeden, basitçe “demokrasi” üzerine gevezelik etmek, burjuvazinin egemenliğini ve burjuva demokrasisinin sorunlarını gizlemeye hizmet etmekten başka bir anlama gelmez bu yüzden.
Proletarya, proleter demokrasinin ve ona geçişin bir biçimi olarak hak demokrasisinin özünü ve içeriğini inkar etmeye kalkmaz.
İ.Cevat Çetiner
1Bu nedenledir ki burjuvazi, kapitalist toplumda herkesin yasal/biçimsel olarak devletin şekillenişini belirleme ve devleti yönetme hakkı olmasından hareketle, tüm nufusu halk olarak tanımlamayı çok sever. Böylece kendisini de halkın bir parçası olarak takdim eder. Oysa, toplumun işçiler, emekçiler ve sömürülenlerden oluşan kesimi, gerçekte devletin şekillenişi ve yönetiminde hiçbir ciddi etkilerinin olmadığını görürler. Gördükleri içinde, devlete egemen olan burjuva sınıfla kendilerinin aynı kefeye konmasını kabul etmez ve ayrıştırarak, halk kavramı ile kendilerini özdeşleştirirler. Bu durum, siyasal literatürde halk kavramının iki farklı anlamda kullanılmasını getirir. Burjuva ideologları tüm nüfus anlamında; sosyalist hareket ise, toplumun işçi-emekçi, küçük burjuva kesimlerinden oluşan kitle anlamında kullanır.
NOT: Yazarın konu ile ilgili I. II. III. IV. ve V makalelerini okumak için tıklayınız