6 Şubat depremlerinin üzerinden 1,5 yıl geçmiş olmasına rağmen, depremden en çok etkilenen Antakyalı emekçilerin yaşamlarında gerçek anlamda bir şey değişmiş veya düzelmiş değil.

Depremde ölüme terk edilip, enkazlar altında bırakılan, tecrit edilip gerçek anlamda devletten bir yardım görmeyen Antakya halkının acıları ve zorlu günleri ise artarak devam ediyor. Deprem zamanında farklı kentlerden emekçilerin ve devrimcilerin yüce gönüllü dayanışması ile ayakta kalan, her şeye rağmen, “Ma Rıhna Nıhna Hon” yani “Gitmedik Buradayız” şiarı ile yaşama tutunup tüm zorluklara rağmen kentini inşa etmeye çalışan Antakya halkının yaşamları yine sermaye eliyle yok edilmek isteniyor. Depremi “Allah’ın bir lütfu” olarak gören dinci-faşizm, her felakette olduğu gibi, yıkımın kendisini bir fırsata çeviriyor.

Yüz binlerce insanı alelacele kurulmuş, gerçek bir alt yapıdan yoksun, tozun ve kavurucu sıcakların hüküm sürdüğü, 5 m2’lik konteynırlardan oluşmuş konteynır kentlerde yaşamaya mahkum ettiler. Depremin korkunç yıkımının ardından yıkılan kentlerde enkazları kaldırırken, inşaat demirleri için ekolojik tahribat yaratırken, rezerv alan ve acele kamulaştırma projeleri ile emekçi insanların tarlalarına, zeytinliklerine, yıkılmayan evlerine el konulmaya başlandı. Rezerv alan kanunu ile, emekçilerin evlerinin, topraklarının gasp edilmesi yasallaştırıldı. Antakya’da yaşanan tam olarak budur.

Yıkılmayan mahalleler, binalar rezerv alan projeleri kapsamına alındı. Geçtiğimiz günlerde projeye karşı çıkan Antakya halkının eylemleri gündeme damga vurdu. Binaları yıkılmamış ve tadilatını tamamlayıp kendi evlerinde yaşayan ailelerin yaşadığı evlerin elektrik, su abonelikleri kesilerek, sağlam binalar ağır hasarlı tanımlanarak yıkımların önü açıldı. Ancak bu süreçte bölge halkı sermayenin kurumlarına güvensizliğini ortaya koyarak bu projeye karşı mahalle inisiyatifleri kurmaya, Whatsapp gruplarında bir araya gelmeye ve eylemler yapmaya başladı. Yerinde dönüşümün önünü tıkamak ve Antakya’daki emekçileri rezerv alan projesine mahkum etmek isteyen sermaye ve dinci-faşizm, hibe desteğini ve kredileri çok düşük miktarlarda tutarak, depremde yıkılmamış kendi evlerinde zor koşullarda yaşayan insanları göçerterek, kenti dilediğince inşa etmek istiyor. Üstelik deprem konutları olarak inşa edilen binaların, güçlü yapılar olmadığı, demirinden ve betonundan çalındığı, çabuk yapılarak güvensiz yapıldığı basına yansıyan durumlardan birkaçı. TOKİ şantiyelerinden kamuoyuna yansıyan görsellerde bina kolonlarının dahi doğru düzgün yapılmadığı, deprem konutlarının geleceğin tabut evleri olacağı belirtiliyor. Bununla birlikte şantiyelerde çalışan işçilerin çalışma koşulları çok ağır. İşçiler yeterli İSG önlemleri alınmadan çalıştırılıyor, birçok iş cinayeti gizleniyor, hak gaspları çok yaygın ve işçiler hiçbir şantiyede maaşlarını, özlük haklarını zamanında alamıyor. Rezerv alan ve kamulaştırmalar ile evlerin, toprakların gaspı, enkaz kaldırma ve şantiyeler ile doğanın tahribatı ve ekolojik kırım, şantiyelerde hak gaspları, emek sömürüsü... İşte depremin emekçiler ve doğa açısından bizlere ödetilen faturası!

Yukarıda çizdiğimiz tablodaki tüm bu olumsuzluğa rağmen ve rezerv alan olarak belirlenen bölge sayısı her gün artarken bölgede yaşayan ve evleri yıkılmak istenen emekçiler bir taraftan hukuki yollara başvuruyor, bir taraftan da fiili örgütlenmeler ile bir araya geliyor. Burjuva hukukun her fırsatta sermayeyi koruduğu, onu yasal zırhlarla donattığı coğrafyalarımızda her sorun ancak dişe diş bir mücadele ile aşılabilir. Ayrıca Antakya kent merkezinin uluslararası sermayeye peşkeş çekileceği, TOKİ’ler ve rezerv alan projeleri ile kentin demografik yapısının değiştirileceği, kültürel dokusunun yok edileceği bölge halkının en büyük kaygılarından biri olmaya devam ediyor. Antakya’nın özellikle dinci-faşizme karşı olan, düzenden tutum almayan emekçilerin yoğun yaşadığı bir yer olması, Suriye iç savaşının başlamasından bu yana dinci-faşizmin savaşı yürüttüğü, çetelerin geçiş güzergahlarından biri olduğu için rezerv alan projeleri, TOKİ’ler, acele kamulaştırmalar ile bölge talan edilmeye çalışılıyor.

Ancak sadece Antakya değil, yaşadığımız toprakların dört bir yanı ekolojik yıkımla, sermayenin pervasız saldırıları ile karşı karşıya kalıyor. Ormanlar çok bilinçli bir şekilde yakılarak, maden şirketlerine peşkeş çekilerek, konut yapımına açılarak yok ediliyor. Yüzlerce yıllık zeytin ağaçları, kadim ormanlar maden sahası, TOKİ şantiyesi, bilmem kimin villası olsun diye yok ediliyor. Yaşadığımız kentler zaten birer cehennem iken, doğamız da katlediliyor. Göller kurutuluyor, deniz kenarları dolgu alanlara dönüştürülüyor, her doğal güzellik sermayenin kar alanına dönüştürülüyor. Sermaye egemenliğinin kendisi insanlığın ve doğal yaşamın geleceği açsından başlı başına bir felaket iken, doğal afetlerin şok doktrinleri ile hem düzenin bekası için hem de talan ve kar politikaları için fırsata çevrilmesi önümüze şu soruyu getiriyor: Bu düzende bizler için bir gelecek mümkün mü? Barınma sorunun olmadığı, doğal afetlerin yaşamlarımızı yok edemediği, ekolojik tahribatın olmadığı, işçilerin sömürülmediği, hepimizin yarınlara güvenle bakabildiği bir dünya mümkün mü?

Elbette mümkün. Aslına bakarsınız büyük insanlığın, yaşadığımız topraklardaki ve dünya genelindeki milyarlarca emekçinin, işçinin bu düzeni yıkmak ve kendi iktidarlarını kurmak dışında başka çözüm yolu kalmadı. Sermayenin egemen olduğu hiçbir yerde ne evlerimiz, ne yaşamlarımız, ne işimiz, ne de geleceğimiz, hiçbir şey ama hiçbir şeyin güvencesi kalmadı. Bu yüzden tıpkı Antakya halkı gibi bir araya gelmek, örgütlenmek, bu düzene karşı çıkmak ve onu yıkıp halk iktidarını kurmalıyız. Bu yarına ertelenecek bir tartışma değil, günün acil ve yakıcı sorunudur. Yaşam bizi kavgaya çağırıyor!

K. Taylan Kızıldağ