Tarihin bir dönemi daha sona erdi. Kimsenin beklemediği bir hız ve sarsıcı gelişmelerle Suriye’deki 60 küsür yıllık Baas iktidarı bitti.

Yaşanan şey uzun süredir hazırlanmış ama etki ve sonuçları hazırlayanların dahi kısa vadeli hedeflerinden hayli ileride ve karmaşık sonuçlar ortaya çıkaran bir girişimin sonucuydu. Kimsenin emin olamadığı ve bizzat yaşayarak deneyimlediğimiz bir süreç oldu. Oldu olmasına ama, daha yaşananların sonuçları tamamen ortaya çıkmadı. Ne yaşananlar tam olarak biliniyor, ne de yaşanacaklar. Özetle bu hamur çok su kaldırır daha.

Öncelikle bu “Şam’ın fethi”nin askeri bir bakışla değerlendirmesini yaparak başlayalım, zira en kolay olanı bu! Çünkü ortaya çıkan bu durumun askeri anlamda bir açıklaması yok. “Baas bitmiş”, “ordu çürümüş”, “toplum yozlaşmış” vs. bunların her biri büyük ölçüde doğru tespitler ama, askeri olarak dinci faşist çetelerin Şam yürüyüşünü açıklamaya yetmez.

Uzun süren savaştan dolayı yaşanan toplumsal, siyasal çöküşün; çürümenin, yozlaşmanın yüksek bir boyuta varmadığı bir toplumda bu sonuç -yani böylesine hızlı bir yenilgi ve teslimiyet- kolay alınamazdı. Kuşkusuz bu doğru, ama durum bunun ötesinde. Kesinlikle ordu, Baas yönetimi ve etki gücü olan bir yerlerde emperyalistlerin hamlesine eklemlenen, gelişen hareketin sonuçlarıyla birlikte, ordusuyla Suriye devletini emperyalistlere altın tepside sunan bir odak vardı. Ve bu odak hala da var...

“Bunlar kimler?”, “Ne iş yaparlar?”, “Esat mı yoksa kardeşi mi yoksa başka birisi mi?” Bunun pek bir önemi yok... Sonuçta içeriden bir güç ve son aşamada bir bütün olarak Suriye yönetimini kapsayacak ya da teslim alacak kadar etkili bir odak. “Bunu ne için yaptılar?” “Karşılığında ne aldılar?” (Çok basit gelebilir ama bunun sadece para ve olanak karşılığı olması kuvvetle muhtemel) ve “Bunlar kimler?” gibi soruların en azından şu an bir önemi yok. Önemli olan ve bu odağı önemli kılan şey, Suriye devletinin teslim olacağı ve Suriye ordusunun en ufak bir direniş göstermeyeceği (ya da bunun kesin olarak engelleneceği) konusunda ABD, İngiltere ve diğer emperyalistleri ikna etmiş ya da en azından harekete geçme konusunda inandırıcılık sağlamış olmalarıdır. Rusya ve İran ise olayların gelişimi sonucu böyle bir odağın tüm rejimi felç ettiğini fark ettikleri anda yapacakları bir şey olmadığını anladılar.

Bu şekilde düşünmemize sebep olacak bir çok veri, olayların yaşandığı haftada gözümüzün önündeydi ve hala ortalığa saçılmaya devam ediyor. Neredeyse daha dinci faşistler niyet dahi etmeden, önlerindeki şehirlerin adeta onlara yön gösterircesine boşaltılması... Boşaltılan şehirlerde sınırlı bazı istisnalar dışında devlet kurumlarının hiçbir direniş olmadan ve zarar görmemelerine özen gösterilerek çetelere teslim edilmesi... Ortaya çıkan bazı direnişlerin ordu tarafından verilen merkezi talimatlarla etkisiz hale getirilmeleri... (Bunun en çarpıcı örneği Hama civarında bazı ordu birlikleri ve milisler tarafından başlatılan ve çeteleri 30 ila 50 km geriye püskürtmeyi başaran karşı-saldırının, ordu merkezi tarafından verilen ‘çekilin’ talimatı ile yok edilmesidir.) Yapılan geri çekilmenin, Suriye ordusunun diğer faaliyetlerinin aksine, gayet düzenli ve planlı bir görüntü çizmesi...

Bunlar Baas iktidarının bu saldırı karşısında (ya da içinde) aldığı tavrın, konumunun anlaşılması için yeterli verilerdir diye düşünüyoruz. Ve buradan bu durumdan kaynaklı olarak, yaşanan şeyin bir savaş sonucu ortaya çıkabilecek bir sonuç olmadığını ve bu durumda askeri bir değerlendirme yapmanın anlamsız olduğunu görüyoruz. Değerlendirilmesi gereken hiçbir nokta yok mu? Elbette var, ama bunlar durumu açıklamaya yetmez. Örneğin HTŞ çetelerinin bulundukları hakimiyet alanlarında askeri yapılarında belirgin gelişmeleri kazandıkları yerler var. Ortaya çıkan görüntülerden anlıyoruz ki, savaştaki hız kabiliyetlerini arttırmışlar. Bu konuda geçmişte de gerek HTŞ, gerek DAİŞ epey gelişkin bir noktadaydılar. Oluşturdukları motosikletli güçleri ve Nazilerin kama harekatları benzeri dalışları yapan hareketli birliklerinin verdiği görüntü, askeri anlamda bir nitelik kazanma çabalarını ortaya koymuş oldu. Ama burada esas dikkati çeken şey, bu birliklerin arasındaki muhabere çabukluğu ile koordinasyon uyumu idi. Bu, HTŞ’yi ve onun kapasitesini çok çok aşan bir durum. Savaş istihbaratı ve koordine konusunda masada HTŞ’nin değil, başkalarının oturduğu çok belliydi. Artık ABD mi, Türkler mi, İngilizler mi ya da hepsi birden mi? Seç, beğen, yerleştir...

Rusya ve İran’ın olaylar başladığında ve ilerlerken aldıkları tutum ve gösterdikleri refleksler de ortaya koyduğumuz bu durumu destekler niteliktedir. Yani kabaca özetlersek, zaten Ukrayna, Lübnan ve Filistin’de varolan durumlardan kaynaklı çok da rahat bir durumda olmayan, belli ölçülerde savaşın yıpranmasını üstünde hissediyor olan bu devletler, sanki birdenbire her şeyden vazgeçtiler. Durumları eskisi gibi olmasa da Rusya ve İran’ın aldığı tutum da, sadece Suriye Ordusu’nun bu saldırıyı karşılayacak bir durumda olmaması ile açıklanamaz. Ki durumda yukarıda anlatmaya çalıştığımız gibi en azından tam olarak öyle değil. Yani onlar da Suriye yönetimi ve ordusunun bir biçimde emperyalizme teslim olduğunu ya da kendilerini “sattığını” gördüler. Ve böylece Rusya ve İran’ın da sahada tutunacak bir dalı kalmamış oldu.

Rusya ve İran olayların sonunda ortaya çıkan duruma göre, belli bir düzeyde yeniden konumlanma çabalarına girişmiş olsalar da, Suriye’deki etkili ve güçlü durumlarını büyük ölçüde kaybetmiş oldular.

Dinci faşist HTŞ çetesi ve bileşenlerinin saldırı sinyalini ABD ve İngiltere önderliğindeki emperyalist güçlerden aldığı çok açık. Oralardan bir saldırı sinyali verilmesi, dahası rejim güçlerinin içinde bulundukları güçsüzlük durumuyla bağlantılı olarak “merak etmeyin önünüz açık” mesajı (ve şu anda ortaya çıkanı çıkmayanıyla bir çok destek ya da garanti) olmasa, HTŞ’nin böylesi bir harekete girişme kapasitesi de, kabiliyeti de yok. Bu durumu en iyi şekilde Putin’in “Halep’e 350 HTŞ’li girdi, 30 bin rejim ve İran gücü kaçtı” sözlerinden anlayabiliriz. (Tabii ki bu söz daha başka şeylerin de sorgulanmasında referans alınabilinir.)

Ki rejimin devrilmesinin üzerinden geçen iki aya rağmen faşist HTŞ çetelerinin iktidarını sağlamlaştırmakta zorlandığı, oturtamadığı görünen bir olgu. Değil Rojava'ya Kurdistan’a saldırmak, elinde tuttuğu bölgelere ne kadar hakim olabildiği tartışma konusu. Süveyda bölgesinde Dürzi halk, girmelerine izin vermiyor. Sahil bölgelerinde de bir direniş mevcut. Hatta direnişin bir ayaklanmaya dönüştüğü, HTŞ’nin çekildiği bile iddia edilenler arasında. İktidarını sağlamlaştırma imkanı bulup bulamayacağı da meçhul. Özetle, gerçek bir halk desteğine dayanmadan rejimin teslimiyetine dayanan bir oldu-bittiyle iktidarı ele geçirmiş durumdalar.

Bunun dışında Esad iktidarı ya da Baas rejimi açısından politik olarak söyleyebileceğimiz söz ise, antikapitalizme varmayan herhangi bir ‘antiemperyalizmin’ eninde sonunda bir cıkışsızlığa varacağı ve yenileceği ya da emperyalist kapitalizme teslim olacağı gerçeğinin tarih tarafından bir kez daha önümüze serilmesinden başka bir şey değildir.

Suriye konusunda daha söylenecek sözler bitmedi, süreç sürüyor. Şimdilik Rojava’ya ve devrim güçlerine odaklanalım.

Olaylar ilk başladığında QSD aşağıdan, Tabka tarafından Halep’e bir koridor (aslında başka bir şey yapmayı denedi ama şimdilik koridor diyelim) açmayı denedi. Epey ilerlediler, hatta bir kısım güçleri Halep’e vardı. Ama bir iki gün içerisinde T.C destekli çeteler kuzeyden doğru gelerek, araya girdiler ve bu koridoru kestiler. Bu zaman diliminde oralarda ne oldu, ne bitti çeşitli rivayetler var. Ama kesin bir şey olarak söyleyebiliriz ki, hiç kimsenin beklentisi olayların bu kadar çabuk sonuçlanacağı ve Halep’in de bu kadar çabuk düşeceği yönünde değildi. Rojava devrim güçleri bu koridor hamlesini ‘insani koridor’ vs. şeklinde ifade ettiler ama, daha farklı girişimlerin ve çabaların olduğu su götürmez bir gerçekti.

Koridor veya girişim kesilmişti. Böylece Tel Rıfat ve Halep ortada kaldı. QSD birkaç ufak hamle denediği Tel Rıfat’ta tutunamayacağını gördü ve oradan çekilme kararını aldı, uyguladı. Halep’teki iki mahallede (aslında iki buçuk. Rejimin boşalttığı bir mahallenin de yarısına yakınını devrim güçleri aldılar olaylardan sonra.) ise kalınacağını ilan ettiler ve kaldılar. Neden orada kaldılar diye düşünülebilir. Kalış nedenlerini açıklayan belli başlı birkaç şey var. Birincisi, birçoğu tarafından bilinmeyen büyük bir nüfus yoğunlaşması var orada. Bu iki mahalledeki nüfus 200 binden fazla (bazı kaynaklar 300 bin-400 bin diyor) ve buradaki Kürt sivil nüfusun neredeyse tamamı silahlı ve belli düzeyde örgütlü. Geçmiş dönemden kaynaklanan ciddi bir kuşatma altında kalma ve direniş tecrübeleri var. QSD’nin halihazırda orada zaten ciddi bir askeri gücü vardı. Bu yukarıda bahsettiğimiz koridor hamlesine katılan güçlerin ciddi bir kısmı da orada kaldı. Yani iyi bir takviye almış oldular. Tabii bunun yanında, HTŞ Halep’e girdiği gibi QSD’ye güvence vererek “Size saldırmayacağız” diyor. Bu “güvence”, ne kadar “güvence” tartışılır ama, şu anda bir süre için de olsa buna sadık kalacaklar gibi görünüyor. Çünkü böylesi bir saldırıya ne güç, ne de olanakları el veriyor. Çokça şişirilen bu HTŞ denen odağın askeri gücü sınırlı ve QSD bunu görüyor.

Olayın bir başka tarafında ise Afrin sürecinden beri devam eden çekilmenin Kürtler açısından başlı başına bir problem ve büyük bir sıkıntı olduğu gerçeği yatıyor. Afrin ve bunun sonrasında Serekaniye sürecinde yaşanılan “çekilme ve bu doğrultudaki anlaşmalar”, hem politik hem de toplumsal sonuçlar doğuruyor. Yani sahada etkinlik gösterememek, güçsüz bir görüntüyü ortaya çıkartıyor. Sahada gücünü gösteremeyenin ne masada, ne de toplumun içerisinde sözünün ağırlığı kalıyor. Toplumun etkili askeri bir yapılanma olan QSD’ye olan güveni zedeleniyor. Tüm bunlardan kaynaklı Tel Rıfat’taki çekilmenin aksine, Halep’te böyle bir durum ortaya çıktı diyebiliriz.

Kuzey’de tüm bu olaylar gelişirken, Güney’e doğru Tabqa, Rakka, Deyrezor taraflarında da hareketlenmeler oldu. QSD, Tabqa’dan kuzeybatı, Rakka’dan batıya doğru ilerledi. İlerledi ve alanını bir miktar genişletti. Deyrezor’da da birkaç deneme yaptılar ama kısa bir zaman sonra geri çekildiler.

Olaylardan birkaç ay öncesinde rejim güçlerinin güçten düştüğü ve alan bırakabilecekleri konuşuluyordu. O dönem bu sınırları ve kapsamı tam olarak anlaşılabilir ve belirli bir söylem değildi. Şimdi resim belirli ölçüde ortaya çıkmış oldu. HTŞ’nin harekete geçeceği biliniyordu. UKH yöneticileri bu konuda yazıp çiziyor, yayınlarda bu konuda değerlendirmelerde bulunuyordu. İdlib-Halep-Hama civarında yeni bir cephenin açılacağı hesap ediliyordu. Bu bölgede rejim saflarında savaşan asıl belirleyici güç, Hizbullah’tı. Ve Hizbullah’ın İsrail ile savaşta aldığı darbelerden dolayı oradaki güçlerini büyük ölçüde geri çekmesi ve kalanlarının da diğer milis güçleriyle beraber darbe üzerine darbe yiyerek çok güçsüz bir duruma düşmüş oldukları biliniyordu.

Buradaki boşluğu doldurmak için rejim ve İran güçlerinin yapacağı tek şey vardı: Deyrezor ve güney hattı civarındaki güçlerin bu yeni oluşacak cephe hattına sevk edilmesi. Bu Rakka güneyi, güneybatısı ve Deyrezor bölgesinde bir boşluk olacağı anlamına geliyordu. (DEAŞ’in halen varlık gösterdiği ve belli ölçüde askeri bir kapasitesinin olduğu bölge.) Oluşacak “boşluk” hem ABD hem de Rusya, İran hatta rejim tarafından bile dillendiriliyordu. Yani boşluk oluşacağını herkes biliyor ve ona göre hazırlık yapıyordu. Ama boşluğun boyutunu hiç kimse bu kadar büyük tahmin edememişti.

Suriye sahasının en etkin güçlerinden olan Türkiye’nin rejime karşı dinci-faşist çetelerin başlattığı operasyonu geciktirdiğine, sonuçtan emin olamadığı için güvenmediğine dair veriler mevcut. Normalde bu saldırının Eylül ayında başlayacağı konuşuluyordu. Dinci-faşist çetelerin hazırlıkları tamamladığı bilinmekteydi. Fakat Türk devleti tuzağa düşme kaygısı, HTŞ’nin operasyonda sonuç alıp başarılı olacağına inanmama durumlarından dolayı operasyonu erteletmişlerdi. İkincisi eğer HTŞ ve baş destekçisi faşist devlet sonucun başarılı olacağını öngörmüş olsa ya da ellerinde kesin bilgiler olsa (teslimiyete ilişkin) operasyona daha havalı bir isim koyacaklarından şüphe etmemek gerekir. “Şam’ın Fethi”, “Kutlu Şam Taaruzu” vs!..

Peki neydi operasyonun ismi? “Saldırganlığı Caydırma” operasyonu. Öz açısından isim, aktif savunma taktiğinin yansımasıydı. Üstelik üçüncü olarak RTE’nin ve dinci-faşizmin ilk günlerdeki ruh hali dikkate değerdi. Öyle zaferden emin bir tarzda değillerdi ve işlerin istedikleri gibi gitmediğini düşündükleri aşikardı. Belki de HTŞ’nin iplerini yitirmiş oldukları kesinleşmişti. İdlip’te operasyon öncesi yıl boyunca yoğun bir emperyalist istihbarat çalışması -özellikle İngiltere- olduğunu ifade edelim. Ve ısrarla konuyla ilgileri olmadığını iddia ediyorlardı elbette.

Şimdi bu bölümde son olarak, belki de olayların sonraki gelişimini (daha çok Rojava açısından) doğru anlamamız için gerekli olan bir konuyu açıklığa kavuşturmaya çalışalım. Ne olup bittiğini anlamamız için olayın başlangıcına yani İdlib’ten Halep’e doğru başlayan harekete ve bu hareket esnasında hangi gücün ne yaptığına dikkatle bakmamız gerekiyor.

Olayların hemen öncesinde rejim, Rusya ve QSD’nin görüşmeler yaptığı ve belirli noktalarda belirli bir anlaşmaya vardıkları söyleniyordu. Sputnik’te çıkan sonradan çekilen haberde rejim, Rusya, İran kuvvetleri ve QSD’nin İdlib’e operasyon yapmak konusunda anlaştığı iddia ediliyordu. Bu haberi yukarıda anlattığım boşluk senaryosu ile birleştirirsek söyleyebiliriz ki, Güney’de QSD’nın açılabileceği alanların benzeri de rejim ve Rusya’nın durumu dolayısıyla kuzeyde de oluşacaktı. Daha doğrusu böyle hesaplanıyordu. Yani aşağıdan Tabka-Rakka ve yukarıdan Minbiç tarafından Halep’e kadar olan bölge. Bunun karşılığında ise Halep-Hama hattında kurulacak savunma hattına QSD destek verecekti. (O dönem bu bölgede hava sahasının Rusya’da olduğunu unutmayalım.) Zira olayların boyutu genişlediğinde, çeteler Şam’a girdiğinde QSD tarafından yapılan “Ruslar yardım istedi reddettik” şeklindeki zorunlu açıklama da bize bir şeyleri gösteriyor. Sadece bu paragrafta anlatılan şey başlı başına bir yazı konusu olduğu için biz şöyle bir cümleyle durumu anlatmaya çalışıp geçelim. Baas en sonunda uzlaşmaya razı gelir gibi olmuş, Rojava devrimi ile büyük sonuçlar doğuracak bir ittifak adımını atma noktasına gelmişti ama iş işten geçmişti.

 

Minbiç

Tüm bu gelişmeler olurken Türkler’in hareketsiz kalması beklenemezdi. (Rojava noktasında. Yoksa diğer tarafta zaten hareketli idiler.) Durumdaki avantajlarından güç alarak, önce Tel Rıfat ile başladılar ve Minbiç’e yöneldiler. Rusya faktörünün ortadan kalkması ve ABD’nin yaktığı yeşil ışıkla da önlerinde QSD direnişinden başka bir engel kalmamıştı.

Hazırlıklardan ve görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla Minbiç’te belki de bütün Rojava’nın teknik olarak en güçlü şekilde örgütlenen savunma hazırlığı vardı. Gerek tünel ağları, gerek oraya konuşlanan askeri güçlerin boyutu, gerekse de şehir savaşının hazırlıkları üst boyuttaydı. Ayrıca Minbiç, sadece Minbiç savunması değil, Kobane savunmasının başlangıcı anlamına geliyordu.

Peki neden bu kadar kolay düştü? Minbiç’e doğru hareketin başlangıcında bir 5. Kol faaliyetinin oynadığı önemli bir rol var. Minbiç Askeri Meclisi’nde bulunan birkaç kalabalık grup (biri Ceyş Ul Suvar) karşı tarafa geçti. Bu kimin faaliyetiydi, nasıl oldu, ABD mi, İngilizler mi ayarladı yoksa Türkler kendi mi ayarladı? Bilemiyoruz. Ama böyle bir durum ortaya çıktı. Bu durum savaşın başlangıcında birçok bölgenin kaybedilmesine ve çetelerin neredeyse direk olarak şehir merkezine varmalarına neden oldu. Ve bu da askeri güç içerisinde başka bir psikoloji geliştirdi. Yine de belirli ölçüde bir direniş gelişebilirdi. Ne yazık ki, Afrin’de sona doğru ve Serekaniye’de, neredeyse tüm savaş süreci boyunca yaşanan refleksif geri çekilme durumunun benzeri bir durum yaşandı. Haftalarca direnilebilinecek bir şehir, aylarca tutulabilecek coğrafi olarak uygun bölgeler, verilen çok sayıda ölümsüzlüğe rağmen askeri anlamda bir karşı koyuş ortaya konulamadan birkaç gün içerisinde kaybedildi.

Yani yaşanılan durum savaşın başındaki ihanet durumu ve Minbiç’in birçok cephesinde ortaya konulamayan savaş iradesinin yarattığı psikolojik geri çekilme refleksinin sonuçlarından başka bir şey değildi.

 

Şimdiki Durum

Yukarıda bahsettiğimiz durum, gerek Rojava yönetiminin verdiği demeçlerden gerekse de çeşitli mecralarda yayınlanan yazılardan anlayabileceğimiz gibi, kritik bir eşiğe varmıştı. Burayı çok iyi bilen hevallerden biri yazdığı yazıyı “... bu satırların yazıldığı saatlerde Kobane operasyonu başlamış olabilir...’’ diye bitiriyordu. Rojava’da bütün alarm zilleri çalmıştı. Hedef Kobane idi ve herkes biliyordu ki Kobane giderse ortada Rojava diye bir şey kalmazdı. Herkes kendini, tabir yerindeyse “ya herro ya merro” moduna ayarlamıştı ki...

İki köprü ve civarındaki karşı koyuş pratiği, bütün havayı tersine çevirdi.

Çeteler Tişrin ve QaraQozaq’da önce durduruldu sonra savunma hattı suyun diğer yanında kuruldu. Yani her iki köprünün üzerinde de görüntü verecek kadar ilerleyen çeteler, Tişrin tarafında 7-8 km (hatta daha fazla) geriye püskürtüldü, QaraQozaq’ta düşmanla iç içe geçildi. Ve tüm bunlar TC ordusu tarafından 24 saat boyunca verilen siha, topçu, jammer, istihbarat vs. desteğine ve zaman zaman devreye sokulan savaş uçaklarına rağmen yapıldı. Ve Minbiç ile birlikte yaşanılan ilk “şok” atlatılmış oldu. Belki de Afrin’den bu yana süren “çekil çekil nereye kadar” psikolojisi kırılmış oldu.

Sahada çok şey değişti. Minbiç’ten ve öncesinde elde ettiği az bedelli zaferlerden cesaret alıp, “Hurra Kobane” diyerek Rojava’yı direk kalbinden hedefleyen (bitirme saldırısına cüret edecek kadar gaza gelen) TC’nin, bu işin o kadar da kolay olmayacağını görmesi sağlandı. Masada da Kürtler’in eli güçlendi. Şu an için askeri olarak durum belki de uzun süredir hiç olmadığı kadar iyi görünüyor. Bahsettiğimiz iki cephede de her gün çatışma var. Çeteler büyük kayıplar veriyorlar. Kobane’ye büyük bir güç takviyesi yapıldığı gözlemlenebiliyor. Büyük ve kararlı bir hazırlık var. Kobane’nin düşmesi demek, Rojava’nın büyük ölçüde düşmesi demek. Herkes bunun bilincinde.

Tişrin ve QaraQozaq’taki savaş esas olarak hava ve topçu (Katyuşa, Gradlar dahil) gücünün etkili savunması ve tünellerdeki operasyon güçlerinin etkili çıkışlarıyla oluyor. İlk defa Rojava’daki bir savaşta tüneller etkili olarak kullanılıyor. Dronların etkisi ise muazzam. Başlangıç için çok çok iyiler. (Şu MI6 eğitti, coniler gösterdi sözlerinin hepsi palavra, neredeyse malzemeleri bile kendileri edinip geliştirdiler. Bunu anlamak için sadece X’te birkaç hesabı takip etmek bile ehil bir göz için yeterlidir.) Savaşta yaratıcı olmak, savaşa ciddi yaklaşmak. En zor alanlarda bile belli bir düzey yakalanması bu sayede oluyor. Ve öyle anlatıldığı ya da yansıtılmaya çalışıldığı gibi dış güç işi yok.

Tişrin ve QaraQazaq’taki direniş ve irade durumu tersine çevirdi. Bu arada özerk yönetimin ve UKH’nin yaptığı çağrılara ve pratiğe de bakmak gerekiyor. Birincisi henüz savaştaki durum netleşmeden ve henüz durum stabilize edilememişken YPJ komutanlarından H. Sozdar’ın bir açıklama ve çağrısı olmuştu. “Kürt kadınları da, Suriye’deki kadınlar da kendilerini esir etmek isteyen bu yönetimi kabul etmeyecek.” Kadınları köleleştirmek isteyenlere karşı mücadeleye devam edeceklerini ifade etmişti. Bu dönemde Rojavalı devrimci kadın kitlelerinin bir temsilcisi olarak böyle bir şeyi kabul etmeyeceklerini ilan etmiş oldular. Zaten neden kabul etsinlerdi ki köleliği.

Aynı dönemde UKH, Kürt halkına ve Rojava devrimci güçlerine ısrarla “direnmekten başka yolumuz yok” çağrısı yaptılar. Ayrıca pek çok çağrıda da Türkiye halklarına ve devrimcilerine çağrıda bulundular.

Bu süreçte pek çok ülkeyle görüşmelerde bulunuldu. Saldırılara karşı belli bir direniş oluştuktan sonra (Tişrin, Qaraqozak) Amerika ve Avrupa’dan emperyalist devlet yetkilileri, siyasetçiler Kürt halkıyla ilgili açıklamalar yapmaya başladılar. Ve şimdilerde heyetlerin gelip gelip gittiği gözlemleniyor. Yalnız bırakmayalım vs tarzında çağrılar yapılıyor. Çeteler ilerlerken tüm bu güçler sadece seyrediyordu... Devrim, emperyalistlerin ve gericiliğin bu kuklalarını püskürtüp geriletmeye başlayınca, yeni taktikler, yolundan saptırma, oyalama ve aldatma yöntemleri devreye giriyor. Her ne olursa olsun, bir kez daha görüyoruz ki, kendi gücüne dayanmayan veya dayanacak bir öz gücü olmayan hiçbir hareket ayakta kalamaz, düşmanlarını “taktik değiştirmeye” zorlayamaz.

Baas Rejimi, son kertede ne devrimci dostuydu, ne de ezilen halkların kurtuluş umudu. Kürtler açısından Arap şovenisti bir devletti. Buna rağmen rejimin düşüşünün ya da Rusya’nın Suriye’deki yenilgisinin Kürt halkına yaradığı söylenemez. Tam tersine bunca zaman onların varlığı Rojava devrim güçlerinin hareket alanını genişletiyordu. Rojava’nın kritik eşiğe geldiği unutulmamalı. Türk faşizminin Kürtler’i ve özerk yönetimi ortadan kaldırmak için atağa kalktığı ve Kobane’ye saldırının an meselesi olduğundan söz etmiştik. Bu süreçte elbette olanaklar açığa çıktı, fakat bu olanakların devrimci bir savaş olmadan, dişe diş bir mücadele olmadan kazanılmayacağı açık. Bugün Tişrin’de sivil halkın onca katliama rağmen -ki 20’ye yakın insan hava saldırılarında katledildi- ısrarla nöbete devam etmesi gerçekliğini görmek lazım. Rojava’da halk, özgürlüğüne kilitlenmiş durumda. Ve halk, özgürlüğü için, sadece özgürlüğü için savaşıyor.

Rojava’da pazarlık plan vs durumlarından daha çok bir varoluş ve yokoluş durumu vardı ve hala daha da var. Çok kritik bir dönemdi ve hala durum kritik. Ama Kürt halkı inanıyor, Rojava halkları inanıyor. Özgürlük için bölükler halinde ölümsüzlüğe koşacak kadar inanıyorlar. Bizde inanıyoruz. Yoldaşlarımızın binlerce özgürlük savaşçısıyla birlikte ölümsüzlük halayına kalktıkları bu topraklarda zafer halayına durulduğunda da yan yana olacağız.

Abbas Gün