Sınıfların karşılıklı ilişkileri ve mücadelelerinin bütün karmaşık seyri içinde, bazı anlar ve bazı alanlar simgesel önem kazanır. Bütün o karmaşa, gel-gitler, süslü laflar ardına saklanan gerçek çıkarlar, bu simge an ve alanlarda berraklaşır. Bir yanda Saraçhane, diğer yanda Taksim, şimdi bu özgül simgesel alanlardır. İlki, CHP aracılığıyla sermayenin emek hareketini çevrelemenin sembolüdür; ikincisi ise proletaryanın kavga alanı…
Emek hareketi içinde birleşen halkın çeşitli kesimleri 1 Mayıs’ta Taksim’i istedi, çünkü genel hareketin ivedi ihtiyacı, bir sınıfın hegemonyası, öncülüğüdür. Proletarya da Taksim’i istedi, çünkü orası genel emek hareketini domine etmenin alanıdır. 1 Mayıs için alanlara çıkanlar, onlarca kentte, gözleri ve yürekleriyle Taksim’deydiler. Yalnızca Gezi Ayaklanmasında şahit olduğumuz bu durumun yeniden ve aniden belirmesi tesadüf değil.
Devrim, her gelişim aşamasında ihtiyacı ne ise, o ihtiyacı en kolay yoldan karşılayanların ön plana çıkmasını getirir. Geride bırakmakta olduğumuz gelişim aşamasında devrim, dinci faşizm etrafındaki kuşatmayı tamamlayabilmek için, katmanlarla safları birleştirmek zorundaydı. Bu kuşatma, çıkarları, bilinçleri ve birikimleri çok farklı kesimleri bir arada toplayabilmek için keskin yanları törpülenmiş, biçimsiz ve renksiz bir bayrağı yukarı çekmeliydi. O bayrak küçük-burjuva uzlaşmacı partilerdeydi ve üzerinde şu yazıyordu: Tek Adama Karşı Herkes!
Şimdi bu aşama geçilmiştir. Kuşatma tamam, kalenin içinde kargaşa sesleri var. Bir saldırıyla kapıyı ele geçirmenin zamanıdır. Ama bu önce kuşatma değil saldırıdır ve bambaşka kurallara tabidir. Düşmanı iyi tanıyan, hangi kapının zayıf olduğunu bilen, hangi gücü nereye konumlayacağını kurmay titizliği ve ciddiyetiyle hesaplayabilen bir “hegemon güç”e ihtiyaç duyulur. Kuşatma, yan yana durma kararlılığından ötesini gerektirmez, ama kaleyi fethe çıkmak, sonuna kadar gitme kararlılığı ister. Ve tüm bunları ancak, her çizgiden burjuvaziyle uzlaşmaz bir karaktere sahip bir sınıf gerçekleştirebilir. Şimdiki gelişim aşamasında, devrimin proleter hegemonyaya ihtiyaç duymasının nedenlerinden biri budur.
On yılların yönetim tecrübesiyle devrimin gelişimini izleyen tekelci sermaye, en köklü, en güvenilir partisini sahaya sürmüş bulunuyor. Kuşatmadan saldırıya geçme eğilimindeki devrimi durdurmanın şimdiki yolu, emek hareketi üzerine adım adım gelişen proleter hegemonyayı baltalamaktır. Artık bu, küçük-burjuva uzlaşmacıların boyunu aşan bir iştir. CHP, uzlaşmacıların güç yetiremediği bu görevi devralıyor. Saraçhane methiyeleri, 6 Mayıs gösterileri hem Taksim’i devre dışı bırakmak, hem de proleter uzlaşmazlığın simge alanlarını işgal girişimidir.
CHP’nin görevini etkili yürütebilmesi için, piyasaya bolca “yumuşama” kremleri sürüldü. Dahası, Kavala gibi birkaç simge dava üzerinden, CHP’ye küçük zaferler hediye etmek gündemdedir, yoksa “hem müzakere hem mücadele” çizgisinin sonuç alıcılığına kimse inanmayacak. Uzlaşmacı sosyalistlerin hemen tav olduğu hikâyeye göre; uluslararası sermaye Kavala yüzünden gelmiyormuş. Tam bir ahmaklık. Emperyalist sermaye gelmiyor ve faizlerin enflasyonun yarısını bile bulmadığı bir ülkeye gelmezler. Kavala hikayesi, para için değil, CHP’nin prestijini yükseltip emek hareketini domine etmesi için üfürülüyor.
Tekelci sermayenin en köklü gerici partisi, kendisine biçilen rolün altından kalkabilecek mi? 1 Mayıs Saraçhane ilk denemeydi ve CHP için ciddi prestij kaybına yol açtı. Ve taze başkan “Erken seçim istemeyeceğini” ilan ederek, ikinci yarayı açtı. Emekçiler bir saldırı için en yakın fırsatın arayışı içindeyken, onlara koskoca dört yıl kuşatma konumunda kıpırdamama öneriliyor. Oysa emekçilerin değil dört yıl, dört aylık sabırları bile kalmadı.
Son bayram tatilinde İstanbul, yaşam şartlarındaki tükenişin ve bu tükeniş içinden yeniden doğuşun işaretleriyle doluydu. Sadece İstanbul’da on milyondan fazla emekçi, şuradan şuraya gidemeyecek noktada. Çok değil bir iki bayram önce, ellerindeki son kredi kartını kullanıp, tatil yollarına düşmüşlerdi. Kimisi bu son fırsat deyip sahilleri çadırla doldurdular. Diğerleri köylerine ve taşraya gittiler, oradan gıda takviyelerini çuvallara yükleyip metropol cangılına geri döndüler. Bu yıl ne metropoller boşaldı ne de kırlar geleneksel gıda takviyelerini sağlayabildi. Oysa, çadır altında da olsa bir tatil, biriken gerilimi düşürür, öfkenin taşkınlığını önler, bu sayede boş umutların at koşturacağı macera alanı açılır. Bankaların tatil kredilerini bol keseden dağıtmaları, ekonomik değil, politiktir.
Oysa şu an, başta İstanbul ve diğer metropollerde gerilim had safhada. Bayram tatili boyunca, metropoller sadece proletarya ve yoksullara kaldı. Kısa süreliğine, burjuvazisiz, “tuzu-kuru”suz kentin sokaklarında, birbirlerini gördüler. Aynı dert, aynı gerilim, aynı umut yüklü insanlar bir karınca sürüsü gibi, vapurlarda, metrobüslerde ne kadar kalabalık ve güçlü olduklarının ayırdına vardılar. Denecek ki, altı üstü bir bayram tatili, buradan sınıflar mücadelesini ilgilendiren sonuçlar çıkmaz. Politikayı gökten zembille indirip, “ölümsüz ilke”lerden doğuranlara duyurulur: Emekçiler gayet pratik insanlardır. Süslü lafların alevinden değil, ama tam da böyle, tatil manzaraları gibi, gündelik yaşamın hay-huyundan çıkarırlar o “ölümsüz ilke”, bilinç ve politikayı. Tatil, işçi ve yoksulların çıkarlarının tam uyuşmasını, birliğini ortaya serdi ve metropollerin, eğer bu güçler birleşirse, önünde durulmaz bir sel yatağına dönüşeceğini, sıradan emekçinin gözünde somutlaştırdı. Geriye, kapıları zorlamak kaldı.
Sermayenin bütün oyun ve tezgahlarına rağmen, kuşatmanın bir saldırıya doğru gittiğini anlamak için, kıyısında olduğumuz ekonomik tufanın çapını hatırlamak yerinde olur. Gayet sıcak bir olguya dikkat çekerek başlayalım. Seçimler bitti, pıtrak gibi fabrika yangınları çıkmaya başladı. Türk usulü “iflas ilanı”, hiç olmazsa sigortadan bir şeyler alınır. En iri holdingler de içinde, sermaye grupları yurtdışına çıkma yarışındalar. Çünkü Mehmet Şimşek, çeyrek asır sonra gelen ikinci Kemal Derviş’tir, hedefi bir tasfiyedir. Verimliliği Almanya’nın üçte birine denk gelen, rekabet-gücünü hızla yitiren, geri teknoloji ağırlığı altındaki imalat sanayi, şimdi tasfiye masasındadır. Bu tasfiye, emperyalizm açısından bir tedbirdir, aksi halde, domino etkisi yaratmaya aday bir depremin merkez üssü Türkiye, 2008 kabusunun geri dönüşünü tetikleyecek. Yalnızca buhran üretebilen bu sınai alt yapı, dış borç geri ödemesini yapamaz haldedir. M. Şimşek’in talihsizliği, tasfiye edilecek sınai yapının yerini alacak bir altyapı yok! Onun görevi, ödemeler krizi çıkarmadan, borç servislerini canlı tutmak. Plan basit, dış borç yükünü şirketlerden alıp, 80 milyona yükle, bunun için vergileri yükselt, ücretleri düşür.
Sermaye planı ne denli basit ise, o denli yaygın bir yıkım yaratıyor. Ve sadece kuşatma saflarını değil, bizzat dinci-faşist kalenin içini de karıştırıyor. Metropoller dışındaki taşra kentlerini ele alalım. Buralardaki çöküş, bir uçurumdan aşağıya uçma hissi verecek denli somuttur. Metropol emekçilerinin zaten öteden beri hiç mülkleri kalmamıştı; evleri kira, toplu taşımaya aboneler. Oysa taşradaki bir çalışanın, çoğunlukla, atadan kalma bir tarım arazisi, iyi kötü bir evi bulunur. Buhranda araziler devredildi, evler kaybedildi. Taşra emekçileri, çöküşün çapını ölçebilecek somut, elle tutulur kayıplar yaşadılar. 1 Mayıs’ta alanlara çıkan onlarca taşra kentinden emekçinin, yüzünü Taksim’e çevirmesi, bir tesadüf değil.
Apaçıklığı ve basitliğiyle, her emekçinin kolayca kavrayabildiği bir sınıf derecesi çıkıyor ortaya. Tasfiye ve iflas paniğindeki tekelci sermaye ya yangında arıyor çareyi ya yurtdışına kaçmakta. Karşılarında emekçi on milyonlar var ve onlar kuşattıkları kalenin içinden yükselen isyan seslerini duyabiliyorlar. Ya şimdi ya hiç kanaatinin oluşması için, bundan daha uygun bir zemin zor bulunur. Böyle zamanlarda on milyonlar, sadece aynı tutumda değil, aynı davranışta birleşmenin özlemini duyar. Bu özlem sınıf öfkesini ahlaki öfkeyle birleştirir ve ortaya “büyük insanlığın kurtuluş” bayrağı çıkar.
Sınıf öfkesiyle karşılaştırılırsa, ahlaki öfke geçicidir, kırılgandır; ama tam da o, devrimde çıkarı olan en geniş emekçi katmanlara en hızlı nüfuz etmek üzere, tüm politik prangaları ve karşı argümanları aşacak potansiyele sahiptir. Ahlaki öfkenin sel gibi akabilmesi için, kırılganlığının azalması, dalgakıranların suyun altında kalması gerekir. Dalgakıran etkisi yaratan taşranın çöküşü, kalenin içinden yükselen isyan sesleriyle birleştiğinde, kırılganlıkla arızalı ahlaki öfkeye, ilerledikçe yükselen bir dalga biçimi kazandırır. Çürüme ne denli yoğun ve yaygın, kokusu ne denli mide bulandırıcıysa, ahlaki öfkenin dalgası o denli şiddet yüklü olur. Bir kez bu aşamaya ulaşıldığında, kimse sınıfsal-ahlaki öfke fırtınasının dışında kalamaz. Sınıf öfkesinin tetikleyip harekete geçirdiği ahlaki öfke, o güne dek küçücük çıkarlar uğruna göz yumulan tüm çürümeyi masaya yatırır. Tek tek kişi ve grupların bu çürümeden arınma ihtiyacını, en çok cemaatler sömürür. Fakat arınma on milyonlar ölçüsünde bir yaşamsal dürtü haline gelmişse, bunu ancak toplumsal devrim gerçekleştirir.
Saraçhane, toplumsal arınmayı, kitlesel bir gaz alma ile gidermenin sahnesidir, ahlaki öfkenin dalgakıranıdır. Taksim ise arınmanın merkezidir. Karşıyaka’da Denizler, sınıfsal olduğu kadar ahlaki öfkenin de sarsılmaz mermer sütunları altında sonsuz uykudalar. CHP’yi öyle gençlik kolları ya da yerel teşkilatıyla değil, tüm genel merkeziyle Karşıyaka’da toplayan, mermer sütunları plastik sopalara çevirme ihtiyacıdır ve o sopalar Bozdoğan kemeri altında güçsüzlüklerini kanıtladılar. Bu amaçla, Denizlerin üzerine hiç utanmadan Kemalist bir örtü örtmeye kalkıştılar. Oysa Denizler o ipliği pazara çıkmış örtüyü, 52 yıl önce idam sehpalarında haykırışlarıyla yırtıp atmıştı.
Bundan böyle Denizler, tertemiz vicdanları ve uzlaşma tanımaz devrimci karakterleriyle, sınıfsal-ahlaki öfkenin birleşme çizgisi, Saraçhane kapanını kırıp Taksim’e yürümenin köprübaşı haline geleceklerdir. Proleter hegemonya dönüşümünün tam orta yerindeki öncü, bundan böyle her öfke kabarışında Denizlerin bayrağını en ön safa, elden ele dolaştırıp taşımaktan çekinmemelidir. Hegemonik dönüşümün güç potansiyeli proleter öncüde vardır.
Fizik biliminden bir anıştırma yapmak gerekirse, devrimci politika kinetik enerjiden daha çok, potansiyel enerjiye özdeştir. Sınıflar mücadelesi diline tercüme eder isek, bir sınıf perspektifinin gücü, halihazırda seferber edebildiği kitleden çok, işgal ettiği konumda saklıdır. Hiç abartmadan söyleyebiliriz ki, genel emek hareketinin yakıcı ihtiyaç duyduğu hegemonyayı, proleter sınıfın bizzat kendisi adım adım geliştirirken, proleter öncü, bu dönüşümde katalizör rolündedir. Çünkü, sınıfsal-ahlaki öfkenin köprübaşında, bu öfkenin nihai mekânında, Karşıyaka ve Taksim’de, en çok proleter öncünün izleri var.
Stalin’in sözü geliyor akla: “Bu bir tesadüf olabilir mi yoldaşlar? Hayır yoldaşlar: Bu bir tesadüf değil.” Önce “Seçimle gitmeyecekler” ajitasyonunun gücünü kırmaya ayarlanmış bir yerel seçim, sonra Taksim’in altını boşaltmaya yönelik Saraçhane adımı ve sonuncusu, Denizlerin üzerine atılan Kemalist örtü. Hani neredeyse tekelci sermayenin bizzat proleter öncüyü kuşatmak için CHP’yi görevlendirdiği sanısına kapılıyor insan. Ama kendini dev aynasında görmek, dünyaya çukurun dibinden bakmak kadar tehlikelidir. Yine de bunca tesadüfün makul bir açıklaması var: Proleter öncü, şu veya bu sorunda tanımladığı konumunu, kendi varoluşsal evreninde kurgulamaz. Aksine o kendini, toplumsal bir devrimin geçmesi zorunlu güzergahındaki düğüm noktalarında tanımlar ve konumlanır. Şimdi gerici tekelciliğin en köklü partisi CHP’nin işgal ve kuşatmaya aldığı noktaları, diğer pek çokları gibi toplumsal devrimin düğüm noktalarıdır ve elbette orada, karşısında proleter öncüyü bulacaktır. Kısacası:
Hayır, bu bir tesadüf değildir.
Umut Çakır