Pandemi ve krizin el ele vermesiyle toplumun çok geniş bir kesimi açlıkla, çaresizlikle, umutsuzlukla baş başa kaldı. Pandemiden kurtuluşa dair bir umut ışığı yakan aşı ise, tam bir yılan hikayesine döndü.
Bugün 10 milyon, yarın 50 milyon doz diye aylar geçti. Şimdi de, bundan sonra hangi aşının ne zaman ve ne kadar geleceğine dair açıklama yapmayacaklarını söyledi Sağlık Bakanı. Neymiş efendim; diğer ülkeler aşı üreten şirketleri “Türkiye’ye veriyorsunuz da bize niye vermiyorsunuz?” diye sıkıştırıp zor durumda bırakıyorlarmış. İster inanın ister inanmayın. Söylenen bu.
Açıklanan gerekçe ne kadar saçma olsa da, felaket gerçek ve bütün emekçi sınıfları, bütün kesimleri pençesine almış durumda. Tarım sektöründe üretim yapan küçük üreticinin durumu perişan. Dolara endeksli gübre, mazot, hayvan yemi, elektrik, su fiyatları sürekli olarak yükselip üretim maliyetlerini artırıyor. Çiftçiler, tarım kredi kooperatifine ve bankalara olan borçlarını ödeyemedikleri için arabalarını, traktörlerini, evlerini kaybediyor. Önemli bir kesimi, özellikle de gençler evlerini de satıp büyük kentlere göç etmeye, işsizler ordusunun saflarını büyütmeye başladılar.
Üretim kapasitesi ve üretimdeki düşüş; gıda ithalatı nedeniyle iç pazarın dolaşıma endekslenmesi; taşımacılık, yol, spekülasyonlar, ÖTV, KDV vb. nedenler, gıda fiyatlarında tırmanışa yol açtı. Nüfusun daha geniş bir kesimi açlığın pençesine düştü; pazar artıklarıyla karnını doyurmaya çalışanların sayısı hızla artıyor.
Esnafın, kentteki küçük üreticinin durumu da çiftçiden pek farklı değil. Pandemi kısıtlamaları, kriz ve artan yoksulluk nedeniyle her gün yüzlerce esnaf işini kaybedip dükkana kilit vuruyor. Dükkanını açık tutabilenler ise siftah bile etmeden gün geçiriyor. Ama dükkan kiraları, stopaj, KDV, sigorta ve diğer vergileri ödemeye devam ediyorlar. Elindeki bütün birikimini harcadıktan sonra giderlerini karşılamak için aldığı krediyi bile ödeyemez duruma düşen esnaf, artık ne yapacağını bilemiyor. İlk yaptıkları çalışanların sayısını azaltmak olan esnafın önemli bir kesimi evini, arabasını satarak ayakta kalmaya çalışıyor; ancak çoğunluğu ne yapsa da bunu başaramıyor, iflasa sürükleniyor.
Öte yanda doğa katliamı hiç hız kesmeden sürüyor. Pandemi kısıtlamalarını fırsata çevirip fındık, zeytin ağaçları kesiliyor; ormanlar maden şirketlerine, taş ocaklarına kurban ediliyor. Kuraklık ve susuzluk tehlikesi artarken, kapitalizmin yol açtığı küresel ısınma ve iklim değişikliği nedeniyle her yağmurda toprak kaymaları, su taşkınları, seller yaşanıyor. Şehirlerdeki betonlaşma ve doğa tahribatı her yağmurda su taşkınlarına, sellere neden oluyor, halkın yaşamı daha da kötüleşiyor. HES’lere, JES’lere, madenlere, taş ocaklarına, doğa katliamlarına ve yaşam alanlarının tahrip edilmesine karşı çıkan köylülerin mücadelesi sürüyor.
İşsizlik toplumda baş edilmesi mümkün olmayan bir sorun haline geldi artık. Pandemi nedeniyle işten atmalar güya yasaklandı. Aslında yasaklanan işten atmalar değil, kıdem ve ihbar tazminatlarının ödenmesi oldu. Yıllarca işçi sınıfının mücadelesi nedeniyle dokunmaya cesaret edemedikleri tazminat sorununu kod-29 diyerek atlatan kapitalistler, istemedikleri işçileri ahlaksızlıkla damgalayıp kapı önüne koyuyor, böylece hem tazminat ödemiyor, hem de bir daha iş bulmalarını imkansız hale getiriyorlar. Üstelik bu gerekçeyle işten atılanlar ne işsizlik ödeneğinden ne de sağlık sigortasından yararlanabiliyorlar. Milyonlarca işçi kısa çalışma ödeneği ya da ücretsiz izin biçiminde işten uzaklaştırılarak ayda 1.000-1.200 lirayla susturulmaya, açlıkla terbiye edilmeye, teslim alınmaya çalışılıyor. Ücretsiz izin mahkumları da sağlık sigortasından ve işsizlik ödeneğinden yararlanamadan günde 39 lirayla sefalete mahkum edilmiş durumda. Zaten tam bir sefalet ücreti olan asgari ücreti yarısından bile daha az bir parayla yaşamaya çalışıyorlar. Halen çalışabilen işçilerse hem fabrikalardaki çalışma koşulları, hem de toplu taşıma araçlarında gidip gelirken virüs kapma, hastalığı kendi ailelerine de taşıma riskiyle yaşıyorlar. En küçük bir itirazda kod-29’la damgalanma korkusuyla, kırk katır mı kırk satır mı ikilemine sokulup teslim olmaya, boyun eğmeye zorlanıyorlar.
Pandemi bahanesiyle geliştirilen evde çalışma ise sömürüyü artırmanın yeni bir yolu oldu. Hem büro ofis giderlerinden kurtulan, hem de işgününü belirsiz sürelere kadar uzatabilme olanaklarına kavuşan sermaye açısından tam bir ballı börek.
Velhasıl toplumdaki bütün sınıf ve katmanları etkisi altına alan pandemi, ekonomik, politik, toplumsal krizin yarattığı yıkımı daha da artırmaya devam ediyor. Kriz ve pandemi özellikle emekçi yığınlar üzerinde etkili oluyor, açlık ve sefaleti sürekli olarak nüfusun daha geniş kesimlerine yayarken, isyan ve ayaklanmaları besliyor. Vurgun, soygun ve talanda sınır tanımayan tekelci sermaye ve dinci faşist iktidar, yaşam hakkı bile elinden alınmaya çalışılan emekçi yığınların, işçilerin, işsizlerin, çiftçilerin, esnafın, öğrencilerin, ezilen ulus ve ulusal toplulukların giderek artan eylemlerini, isyan ve ayaklanmalarını önlemek için tutuklamalar ve ağır hapis cezalarıyla at başı giden açık terörist saldırıları, elinde bulundurduğu yazılı görsel basın eliyle yürüttüğü yoğun propagandayı ve baskıları alabildiğine artırıyor. Öyle ki, HDP’den sonra şimdi de tekelci sermayenin en köklü ve en büyük partisi olan ana muhalefet partisi CHP’yi teröristlikle itham edip kriminalize etmeye çalışıyor.
Geniş kesimlerdeki açlık dayanma sınırını aşmaya başladı. Durumun vahameti karşısında herkes sosyal medyada çığlıklar atıyor. Ancak ne sermaye kesimlerinden ne de dinci faşist iktidardan tek kelime var. Aksine, gerçeklikle ilişkisi tamamen kopan dinci faşist iktidarın tepesindeki RTE, bütün toplumla alay edercesine 2023’te, Türkiye’nin “yerli ve milli roketiyle aya gideceğini” söylüyor.
Bütün bunlar, toplumdaki patlamanın nasıl bir potansiyele sahip olduğunu gösteriyor. Bütün koşullar, her şey tutuşmaya hazır. Bu koşullarda işçilerin, esnafın, çiftçilerin, emekçi yığınların eylemleri süreklilik kazandı. Ancak bunun kendisini patlamalarla göstermesi de kaçınılmazdı. Eninde sonunda yaşanacak olan büyük patlama ilk işaretini Boğaziçi eylemleriyle verdi. Eylem öğrencilerle sınırlı kalmadı, hızla, halkın diğer kesimleri arasında da yayıldı: Mahallelerin, işçilerin, diğer üniversitelerdeki öğrencilerin ve akademisyenlerin desteğini aldı. Süreklilik kazanan ve yaygınlaşan bu eylem de, tıpkı Gezi Ayaklanmasındaki üç ağaç gibi genel bahane oldu. Üniversitelerdeki baskı ortamı, öğrenicilerin patlamasını kaçınılmaz bir duruma getirmişti, bir rektör ataması bunu ateşledi. Bugüne kadar öğrenciler, her eylemlerinde işçilerin yanına koşmuştu. Daha önceki eylemlerden farklı olarak bu defa işçiler öğrencilere sahip çıktı, onları yalnız bırakmadı.
Ezilen, sömürülen, baskı gören kesimlerin hangisinden gelirse gelsin, böyle bir eylemin, hızla diğer kesimleri de içine çekecek genel bir eyleme, ayaklanmaya dönüşmesi mümkün. Bunun bütün koşulları fazlasıyla birikti. Komintern’in de dikkat çektiği gibi, dinci faşizmin elindeki medya tekeline dayanarak alabildiğine yoğunlaştırdığı tek yanlı propaganda ve açık terör, faşist baskı, gelmekte olan bu kendiliğinden ayaklanmanın önüne geçmek içindir. Yalnız ne kadar açık teröre ve baskıya başvurup ne kadar yoğun propaganda yaparsa yapsın, hepsinin etkisini kaybedeceği bir doyum noktası, bir tahammül sınırı var. Bu sınır aşıldı aşılacak. Daha büyük ve yaygın patlamalar önümüzde.
Daha önce defalarca belirttiğimiz gibi, bu durum, devrimci komünistlerin görev ve sorumluluklarını daha da artırıyor. Hiçbir kendiliğinden ayaklanma devrimin zaferine varmamıştır. Bu nedenle ayaklanma kendiliğinden patlasa bile, önemli olan orada olmak, inisiyatif alıp müdahale ederek yönetip yönlendirmektir. Eğer devrimci komünist öncü bunu başaramazsa, daha önceki ayaklanmalarda olduğu gibi bu sefer de burjuva ve küçük burjuva muhalefet ayaklanmayı asıl hedefinden saptırarak devrimin zafere varmasını engelleyerek, kendi kanallarına akıtmayı başarabileceklerdir. Eylemin sonucu devrimci komünist öncünün doğru zamanda doğru yerde olmasına, hareketi etkileyip yönlendirmeyi başarmasına bağlı olacaktır.
Özgür Güven