Küresel krizin derinleşmesi, Ortadoğu’daki ve Doğu Akdeniz’deki gelişmeler, pandemi... iş başındaki dinci-faşist iktidar, bu koşullarda hem iç politikada hem dış politikada giderek sıkışıyor, kan kaybediyor.
Türkiye, bir süreden beri Güney Kürdistan’da, Suriye’de, Libya’da askeri güç kullanıyor, “operasyon” yapıyordu. Kısa süre önce yaşanan Azerbaycan-Ermenistan arasındaki savaşa da doğrudan taraf olarak müdahil oldu. Yine son zamanlarda Ege’de, Kıbrıs’ta, Doğu Akdeniz’de askeri güç kullanma söylemleri iyice ön plana çıktı. Le Monde, Türk dış politikasında diplomasinin yerini İHA’ların, SİHA’ların, firkateynlerin aldığını yazıyordu.
Dış politikada, özellikle Doğu Akdeniz’de yaşananlar dikkat çekici. Türkiye ile Mısır, Yunanistan, Mısır, G Kıbrıs, İsrail, Lübnan, Libya arasında denizdeki yetki sınırları ve münhasır ekonomik bölge adını verdikleri gelecekteki ekonomik çıkar anlaşmaları üzerinden yaşanan bir dolu sorun var. Bu sorunlara sadece Doğu Akdeniz’de sınırı olan ülkeler değil, ABD, AB ve özellikle Fransa ile Almanya da müdahil oldular. Tabii bunun nedenleri var. Bütün bu bölgede zaten öteden beri işletilen petrol ve doğal gaz kaynakları vardı. Bundan kaynaklanan gerilim yetmezmiş gibi, ABD stratejik Araştırmalar Merkezi’nin Nisan 2010 tarihli raporunun içeriğinin hatırlanması, bu gerilimi daha da arttırdı. Bu rapor, şu anda işletilenlere ilaveten Doğu Akdeniz’de 1,7 milyar varil petrol ve 3,5 trilyon metre küplük doğalgaz rezervi bulunduğunu bildiriyordu.
İşte Doğu Akdeniz’de yaşanan bütün bu askeri tatbikatlar, gemi baskınları, gerilimler sadece Libya üzerinden değil, bu rezerv enerji kaynakları üzerinden de yaşanıyor. İçerdeyse, pandemiyle birlikte anaokullarından olgunlaşma enstitülerine kadar devletin tüm kurumları ve kuruluşlarıyla birlikte yaşadığı çürüme ve çöküş süreci iyice açığa çıktı. Burjuva sınıfın bütün siyasi aktörlerini ve partilerini de kapsayan bir çöküş bu. Dinci faşist iktidar ve iktidarın tepesindeki RTE, bu çöküşü “güçlü siyasi irade” ya da “büyük devlet” havalarıyla kamufle etmeye çalışıyor. Üstelik dinci faşizm, kendi söylediği bu yalanlara kendisi de de inandığı için, üzerine gelen fırtınayı bile görmüyor, göremiyor.
Dinci faşizm kendi yalanlarının, kuru gürültülerinin çıkardığı toz dumandan, üstüne üstüne gelen fırtınayı görmese, göremese de görenler var. En başta da Avrupa sermayesi. Çünkü Türkiye’yle başları dertte; çünkü büyük yatırımları var: Tahsil edilmesi gereken muazzam alacakları var. Avrupalı emperyalistler, Türkiye’deki yatırımlarının nasıl bir risk altında olduğunun bilinciyle, dinci faşist iktidara ve iktidarın tepesindeki RTE’ye, “basıncı biraz düşürmek için buhar boşaltmasını” söylediler. RTE söylenenleri hemen anladı. Lakin yapamadı. İstemediği için değil, yapamadığı için yapmadı. Bunu yapmasının önündeki en büyük engel, uzun iç savaş ve bu savaşın belirlediği güçler dengesidir. Bugüne kadar yaşananların açıkça gösterdiği gibi, güçler dengesinin uzun iç savaş tarafından belirlendiği bir yerde, iki karşıt taraftan hangisi bir geri adım atarsa, karşısındaki güçlere büyük bir moral takviyesi yapar, hatta zafere kadar gidecek yolu açabilir. Hele karşı-devrim cephesinde böylesine bir karışıklık moral çöküntü ve motivasyon kaybı varken atılacak bir geri adım, bir zafer hediye edilmesine, karşı-devrimin dağılmasına, bozguna uğramasına varabilirdi. Bu yüzden dinci-faşizm ve RTE geri adım atmayı göze alamadı; reform sözleri, dinci faşizmin “özgül ağırlığa” sahip ağır toplarından biriyle birlikte bir kenara atıldı.
Avrupa burjuvazisi tarihte pek çok ayaklanmayı, isyanı, devrimi bastırmış olsa da, uzun iç savaş deneyimini hemen hiç yaşamadı. Bu nedenle Avrupa, dinci faşizme bu konuda çok da yardımcı olmadı, olamadı. Bu durum birleşik devrimimiz için bir avantaj. Ancak hemen belirtelim birleşik devrimimizin büyük bir dezavantajı da var. Bu, Türk tekelci sermayesinin çoklu bağımlılık ilişkisidir. Türkiye kapitalizmi hem AB emperyalizmine hem ABD emperyalizmine bağımlıdır. AB açısından AB’nin doğudaki sınırı olan Türkiye, ABD açısındansa bir ileri karakoldur. Birleşik devrimimiz açısından tarihi bir şanssızlık olan bu durum, şimdilerde tersine dönüyor gibi. ABD, hegemonya çöküşü nedeniyle artık kimseyi bir araya getiremiyor; bir tarafa yaklaşsa diğer tarafı elinden kaçırıyor. Avrupa derseniz, kendi sorunlarına bile çözüm bulamıyor. Bu yüzden Türkiye ile ilişkilerini eskisi gibi parayı verip, ekonomik gücüne dayanarak istediği gibi düzenleyemiyor; bunun yerine tehditlere, şantajlara, talimat ve öğütlere başvurarak durumu kurtarmaya çalışıyor. Avrupa’dan ve Amerika’dan akan sıcak para musluğu kesilince, dinci faşizm denize düşenin yılana sarılması gibi Katar’a sarıldı; ellerinde kalan ne var ne yoksa onları da katar katar Katar’a satıyor. Katar’dan başka tutunacak dalı kalmayanın hali ne olur, onu da yakında göreceğiz.
Dinci faşizmin üzerinde yükseldiği zemin iyice zayıflıyor; karşı-devrim erirken devrim cephesi güç biriktirmeye devam ediyor. Devrim fırtınası patladığında önünde hiçbir gücün duramayacağı şimdiden görülebiliyor. Bu fırtınanın dinci faşizmle birlikte, onun maddi temeli olan tekelci kapitalizmi de yerle bir edeceğini görmek, söylemek, herkesin bunu kavramasını sağlamak gerekiyor.
Özgür Güven