Marksizm-Leninizm bir bilimdir, işçi sınıfının kurtuluş öğretisidir. Marksizm-Leninizmi kavramak için öncelikle diyalektik materyalizmi kavramak gerekir. Diyalektik materyalizm tek bilimsel felsefi sistemdir ve marksizm leninizm biliminin yöntemidir.

Diyalektik materyalizm tarihe, insanın ve toplumun tarihine uygulandığında tarihsel materyalizm, ekonomi alanına uygulandığında emek-değer, artı-değer teorisi yani marksist ekonomi politik bilimi olur. Bu cümleden de anlaşılabileceği gibi tarihsel materyalizmde ekonomi politik bilimi de esas olarak diyalektik materyalizme dayanır, yöntemi diyalektik materyalizmdir. Diyalektik materyalizmi kavramak için Engels’in “Anti-Dühring”i, “Doğanın Diyalektiği” ve “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” mutlaka okunmalı, ama bunlarla yetinmeyip Lenin’in “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i ile “Felsefe Defterleri” de okunmalıdır.

 

Bilim ve Diyalektik Materyalizm

Diyalektik materyalizm, her şeyden önce bir yöntemdir, “maddede hareketi, yürüyen cemiyeti” ve gelişmeyi incelemenin, kavramanın en bilimsel yöntemidir. Bu yöntem ne birdenbire kendiliğinden ne de birilerinin keyfi istediği için ortaya çıktı. Bu yöntem tarihsel süreç içinde gelişip olgunlaştı. Kökü ilk sınıflı toplumlara, felsefenin doğduğu çağlara kadar uzanır. Bu yöntemin gelişmesinde, olgunlaşmasında Marx ve “Kapital”in rolü büyüktür. Birazdan ona geleceğiz. Ama önce köklerine bakmak gerekiyor.

İnsanlar, tarih öncesi çağlardan başlayarak, çevrelerinde olup bitenleri, dünyayı, doğayı, doğa olaylarını ve yaşamı anlamaya, açıklamaya çalışmıştır. Bütün bu süreçte iki temel yönelim ortaya çıktı: Materyalizm ve İdealizm. ilki bütün açıklamalarında maddeyi, eylemi temel alırken, ikincisi düşünceyi, sözü temel alır. Bütün felsefe tarihi, bu iki temel felsefi sistem arasındaki mücadelelerin tarihidir. Agnostisizm gibi bazı ara akımlar olsa ya da böyle görünse de bunlar genellikle idealizmin tezahür biçimleridir. Bütün bu tarih boyunca bilim ve felsefe her zaman birbirleriyle bağlantılı olarak gelişti. Bazı bilim insanları bu bağı yok saysa, inkar etse de bu hep böyle oldu, yaklaşık 2500 yıldan beri de böyledir.

İnsanlar doğayı ve yaşamı önce mitolojiyle açıklamaya çalıştı. Sonra doğayı ve doğa olaylarını gözlemlemeye, sonuçlar çıkarmaya başladı, hem materyalist felsefe hem idealist felsefe buradan doğdu. Bu gözleme deney de eklenip belirli bir disiplin halinde birikmeye başladığında bilim felsefeden ayrıldı.

Doğayı anlama ve açıklama çabalarının bir diğer sonucu da dinin doğması oldu. Önce doğaya, maddi olana dayanan doğa tapıncı çıktı ortaya, buradan da pagan dinlere evrildi. Bilim ilerledikçe çok tanrılı dinler yerini tek tanrılı dinlere bıraktı; tanrı-krallar ortaya çıktı. En sonunda bilim tanrıyı yeryüzünden kovdu; tanrı gökyüzüne kaçınca semavi dinler doğdu.

Kutsal kitaplar, hiçliğin içinde tek başına oturan bir tanrıdan söz eder. Hiçliğin içindeki bu tanrı, yine hiçlikten yedi günde dünyayı, doğayı, yaşamı ve insanı yarattı derler. Peki mantıklı düşünen, eğitim görmüş, bilimle tanışmış hangi insan böyle bir yaratılış efsanesine inanır? Ancak bu işten çıkarı olanlar... Bilimle din arasında asırlardan beri süren bu mücadelede bilim, Bruno’dan Galileo’ye pek çok savaşçısını kurban verdi. Çağ dönümlerinde bilim öne geçip egemen olsa da devrimler çağının kapanmasıyla birlikte yeni egemen güç olan sınıf yeniden gericiliğe sarıldı, din öne geçti. Binlerce yıldan beri bilimle din arasındaki bu mücadele sürdü sürüyor. Her defasında kapıdan kovulan din, kimi zaman bacadan kimi zaman pencereden yeniden içeriye sızdı. Bunda bilimle materyalist felsefe arasındaki bağı yok saymanın, inkardan gelmenin çok büyük bir rolü ve etkisi oldu. Çünkü materyalizmin geriye itildiği her yerde ve her zaman idealizm baş role soyundu, hurafe ve din etkili oldu.

Oysa bilim her zaman somut olandan, maddi olandan hareket eder. Bilim, insanın iradesi dışında var olan ve insanın duyuları aracılığıyla algıladığı maddi dünyayı inceler. Düşüncenin (adına tin, ruh, fikir ya da ne denirse densin) maddeden ayrı bir varlığı yoktur. İstisnasız tüm düşünceler, imgeler, fanteziler, hayal gücünün yarattığı ne varsa hepsi, hiçbir şekilde maddeden ayrı değildir. Hepsi maddi dünyanın, duyularımıza yansıyan maddi dünyanın az ya da çok çarpık biçimleridir; en gelişmiş madde olan insan beyninin ürünleridir. İnsan beyni ve sinir sistemi dışında bir varlıkları yoktur, olamaz. Bütün insanlık tarihi de bilim tarihi de bunun kanıtlarıyla doludur.

Bilimin varlık nedeni, gerçek dünya hakkında bize bilgi vermektir. Bu bilgiler gözleme ve deneye dayalı, somut bilgilerdir, nesnel gerçeği anlamamızda, açıklamamızda bize yardımcı olurlar. Bilimin tek bilgi kaynağı dışımızdaki dünyadır, gözleme ve deneye dayalı, kanıtlanabilir gerçek dünyadır. Bunu reddeden, inkardan gelen kim olursa olsun, idealizme, mistik olana, dinsel olana, safsataya yelken açar.

Bugünden geriye dönüp baktığımızda, son iki yüzyılda, özellikle de son yüzyılda bilimin muazzam ilerlemeler kaydettiği herkesin kabul ettiği bir gerçektir. Bu süreçte atom altı fiziğinden uzay bilimlerine, mikro alandan makro alana insan, maddenin sırrına daha çok vakıf oldu. Ama buna rağmen bu dönemde mistik olana, dinsel olana yönelimde de en ufak bir gerileme olmadı, hatta tam tersinin olduğu bile söylenebilir. Bir yanda maddenin sırrına eren insan ve onun yarattığı yapay zeka, bir yanda mistik olan, dinsel olan, hurafe...

Bu nasıl olabilir, nasıl açıklanır? Kapitalizmin çürümesiyle, çöküş süreciyle.

Bilim, eldeki verilere dayanarak bir teori geliştirir. Bu teori, eldeki veriler ışığında irdelenen konuya dair en doğru görünen teoridir. Burada kural, yanlışlığı kanıtlanana kadar bu teorinin doğru kabul edilmesidir. Bilimsel bir teori geliştirilirken eldeki verilere dayanarak, kimi zaman kurguya da yer verilir. Özellikle kuantum fiziği gibi aşırı uzmanlık gerektiren bazı bilim dallarında kurguya belli bir alan açılmıştır. Bu yoldan ilerleyen art niyetli sözüm ona bilim insanları ya da Lenin’in söylemiyle “burjuva bilim böcekleri” mistik olana, astrolojiye ve her türden metafizik kurguya varabiliyor, varıyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu.

Mevcut toplumsal sistem ömrünü doldurup üretici güçlerin gelişimini engellemeye; çürümeye ve giderek çökmeye başladığında insanlar ya kendi kaderlerini ellerine alıp toplumu dönüştürmeye yönelirler ya da gerçeğe sırtlarını döner, mistik olana, dinsel olana, hurafeye sığınırlar. Bu Roma İmparatorluğu’nun çöküş döneminden bu yana her toplumsal değişim öncesinde görülür: Bir yanda toplumun devrimci dönüşümü için, tarihsel akışın sürmesi için mücadele verenler; bir yanda bu akışa karşı çıkan, sefahata batan, çürüme ve çöküş içinde dine, büyüye, mistik olana sığınan her sınıftan insanın oluşturduğu gruplar. Örneğin 1917 Ekim Devrimi öncesinde Rusya’da yaşanan mücadeleyi ve çürümeyi, bu çürümenin toplumu nasıl sardığını Maksim Gorki “Klim Samgin’in Kırk Yılı” adıyla Türkçeye çevrilen nehir romanında ayrıntılarıyla, uzun uzun anlatır. Bu çürüme sadece alt sınıfla yoksullarla sınırlı da değildir. En tepedeki Çar’ın ve ailesinin Papaz Rasputin’in elinde nasıl oyuncak haline geldiğini anlatan tarihçilerin yanında onlarca roman ve film de vardır.

Bu dönem Rusya’sını saran çürüme kısa sürede ideolojik alana sıçrar. Felsefi, teorik her şeye sirayet eder. Bunun önüne geçmek amacıyla Lenin “Materyalizm ve Ampiryokritisizm”i yazar. Bu eserinde Lenin, Bogdanov’dan Mach’cılara, tanrı yapıcılara dek diyalektik materyalizme, marksizme saldıran ve çürümenin teorisini yapan kim varsa hepsiyle hesaplaştı; materyalizm ve bilim düşmanlarının yüzlerini teşhir edip onları mahkum etti.

Artık emperyalist kapitalist sistemin bunalımı bütün dünyada çürüme ve çöküş sürecini derinleştiriyor. Öyle ki, bu çürüme ve çöküş beş yüz yıllık kapitalist uygarlığın bütün hücrelerini sarmış durumda; bütün kapitalist uygarlık çöküyor. Bu sıçramalı çöküş süreci proletarya ve emekçi yığınlara açlık, yoksulluk, yoksunluk, işsizlik ve savaş getirdi, getiriyor. Ama bir de madalyonun tersi var. Her şey kendi karşıtıyla birlikte vardır diyor diyalektik. Yani kapitalist uygarlığın çöküş süreci, yeni bir uygarlığın, daha ileri bir yaşam kurmanın kapitalizmden komünizme geçişin öznel ve nesnel bütün koşullarını da beraberinde olgunlaştırıyor, biriktiriyor. Kapitalist dünyanın değişime karşı direnmesi ve ömrünü uzatma çabaları, dünyayı tam bir felakete sürüklüyor. İklim krizinden doğanın yıkımına dek derinleşip yaygınlaşan çürüme, dünyanın geleceğini karartıyor; sadece insan soyunun değil doğal yaşamın da geleceğini tehdit ediyor. Kapitalizmin sonunu işaret eden bu büyük buhran ve çöküş sadece ekonomik ve politik alanla sınırlı kalamazdı, kalmadı. Kültürü,sanatı, entelektüel ve düşün alanıyla birlikte tüm toplumsal yaşamı krize, çöküşe sürükledi. Bu koşullarda mistisizmin her türlü metafizik şarlatanlığın ve dinci gericiliğin toplumda kendisine bir alan açması kaçınılmazdı; belirli bir alan açarak, belirli bir dereceye kadar etkili oldu, oluyor.

 

Ezelden Ebede Sermaye Yalanı Ve Kapitalizmin Sonu

 

20. yüzyılın sonu 21. yüzyılın başında emperyalist kapitalist dünya ölümcül sorunlarla yüz yüze kaldı. Kapitalizm kendi gelişiminin son sınırlarına vardı, üretici güçlerin gelişiminin önüne bir duvar olarak dikildi. Daha önce de belirttik, böylesi dönemlerde yani eski toplumun çürüme ve çöküş süreçlerinde mistisizm, metafizik ve hurafe kendine bir alan açar. Bu sapkın düşüncelerin etkisinde kalan bazı insanlar, bu dönemlerde dünyanın sonunun geldiğini, gelmekte olduğunu ilan ederler. Bu sapkın fikirler kimi zaman tarikatlar biçiminde örgütlenebilir. Tarihte, bu düşünce mesela Roma’nın çöküş döneminde Hristiyanlığın “Vahiy Kitabı”nda kendi ifadesini buldu. Bu inanışa göre dünyanın sonu gelmişti, yeryüzündeki bütün varlıklar yanıp kül olacaktı. Daha sonra kutsal kitaplarda kendine yer bulan bu kıyamet günü inanışı, köleci toplumun yıkılış dönemiyle sınırlı kalmadı, feodalizmin çöküş döneminde de gündeme geldi. Aynı inanç bir başka biçimiyle 20. yüzyıl sonunda yeniden hortladı. Kendi kendilerini peygamber ilan eden kimi tuhaf insanlar, etraflarında yarattıkları yalanlar ve efsanelerle tarikatlar kurdu; dünyanın sonunun geldiğini söyleyerek bütün tarikat mensuplarını toplu intihara sürükledi. Kendi sonlarını dünyanın sonuymuş gibi göstermeye çalışan büyük sermaye de bu türden tuhaflıkların önünü açtı, teşvik etti.

Bu nedenle dünyanın devrimci dönüşümü mücadelesinin bir parçası da, sermaye sınıfının elinde bir silaha dönüşen karanlığa, cehalete, dinci gericiliğe, her türlü mistisizme ve metafizik şarlatanlığa karşı mücadeledir. Marksizm-Leninizmin kurucularının dediği gibi, onların dinin ve dinci gericiliğin propagandasını yapma hakkı varsa, bizim de tersini yapma hakkımız vardır. Burada bir kez daha belirtelim, dinci gericilikle hesaplaşmadan, toplumsal gelişmenin, toplumsal ilerlemenin önü açılamaz. Hem işçi ve emekçilerin hem de bir bütün olarak insanlığın büyük buhrandan çıkışının, çürüme ve çöküşle birlikte, bunun nedeni olan kapitalizme son verip yeni ve daha ileri bir toplumsal sisteme geçişten başka bir yolu, bir çözümü yoktur. Bu yolu açabilecek tek anahtar Marksizm-Leninizm bilimidir, bilimsel sosyalizmdir.

Kapitalist uygarlıkla birlikte emperyalizm ve sermaye dünyası, 21. yüzyılın ilk çeyreğinde felsefesinden sanatına, politikasından ahlakına her şeyiyle birlikte tam bir çöküş içinde. Bu çöküş ve çürüme, burjuvazinin sanat diye öne sürdüğü saçmalıklarından ıkına sıkına felsefe diye ortaya çıkardığı postmodernizm ve post-truth safsatalarına dek her alanda yaşanıyor. Felsefe dedikleri bu ucube fikirler, kendi kendilerini dev aynasında görüp, kendilerinden önceki bütün felsefelerden üstün olduklarını öne sürseler de, “yelken açtıkları” yer tam bir “safsata iklimidir”. Oysa burjuvazi bir zamanlar düşün-felsefe dünyasına damgasını vuran Locke, Hobbes, Kant, Hegel, Adam Smith, Ricardo gibi büyük fikir insanları yetiştirmişti. Burjuvazinin yükseldiği ve zirvesi olan bu dönem çoktan bitti. O günlerden bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Şimdi felsefe adına olsa olsa safsata olabilecek fikir kırıntıları üretebiliyor. Çünkü burjuvazi yüzünü ileriye dönmekten, geleceğe bakmaktan çoktan vazgeçip geriye, geçmişe çevirdi. Bu yüzden dünyanın sonu diyen mistik saçmalamalar gibi tarihin sonu dediler; oysa gelen kapitalizmin, kapitalist uygarlığın sonuydu. Bu yüzden ideolojilerin sonunu ilan ettiler, çünkü artık ideoloji denebilecek hiçbir şey üretemiyorlar.

Burjuvazinin, kapitalist toplumun efendisi olan bu sınıfın ideologları, en iyi, en usta kalemleri yazılarında, söylediklerinde açıktan değilse de alt metin olarak sermayenin ezelden beri var olduğunu bundan sonra da var olacağını savunuyorlar. Zaten “tarihin sonu” da bundan başka bir anlam taşımıyordu. Oysa gerçek böyle değil.

Kapitalizm öncesinde sermaye yoktu, hele sanayi sermayesi hiç yoktu. Çünkü sermaye artı-değer üreten değerdir. Kapitalizm öncesi olsa olsa ticaretten söz edilebilir. Kaldı ki orada da ağırlıklı olarak artı-değerin paylaşılmasına hizmet eden bir ticaretten değil, üreticilerin ihtiyaç fazlası ürünlerini takas ettikleri bir ticaretten söz edebiliriz. Belki bir nebze de olsa uzun yollar aşan kervanlar vasıtasıyla yapılan uluslararası ticaretten, kapitalizmle birlikte ortaya çıkan sermaye birikimine kaynaklık eden zayıf da olsa bir ticaret sermayesinden söz edilebilir. Kapitalizmle birlikte birikmiş servet karakter değiştirdi, sermayeye, özellikle artı-değer üreten sanayi sermayesine dönüştü. Yani kapitalizm o usta kalemlerin, ideologların iddia ettiği gibi ezelden beri yoktur, olsa olsa 400 hadi bilemedin 500 yıl öncesine kadar ancak uzanabilen bir geçmişe sahiptir. Bu geçmiş de krizlerle, kanla, vahşetle, soykırımlarla, dünyanın yağmalanmasıyla dolu, çalkantılı bir geçmiştir. Geleceği ise hiç yoktur. Sermayenin kafası çalışan bütün kalemleri, bütün ideologları bunu biliyor, görüyor ama kabul etmiyor, edemiyorlar. Bu yüzden de tarihin ilerlemesine karşı direnmeye çalışıyor, daha çok gericileşiyor, geri olana sarılıyorlar. Bu yüzden mistisizm, bu yüzden akıl dışı inançlar, bu yüzden dinsel fanatizm yayılıyor, yaygınlaşıyor.

Bugün emperyalist merkezlerden bağımlı ülkelere, milyonlarca ve milyonlarca insanın kaderini, bankalara, borsalara, büyük sanayi komplekslerine sahip bir avuç tekelci burjuva belirliyor. Üretim araçlarının, finans şirketlerinin yanı sıra, internetten sosyal medyaya, radyo televizyondan yazılı basına dek iletişim araçlarının da sahibi olan bu bir avuç sermayedar, kültürü, sanatı, eğitim kurumlarını, üniversiteleri, düşünce kuruluşlarını da kontrol ediyor; emekçi yığınların, kitlelerin düşünceleri üzerinde etkili oluyor, yönlendiriyor. Bunun üzerine bir de binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan önyargılar, alışkanlıklar, geleneksel değerler ve dinin etkisi biniyor.

Bütün bunlar, olağan dönemlerde insanların düşünce biçimlerinin, fikirlerinin üzerine Marx’ın deyimiyle “Alp dağları gibi çöker”. Bu nedenle insanların bilinci, düşüncesi, genellikle üretici güçlerin, teknolojinin, gelişmenin gerisinde kalır, tutucudur. Bilincin değişimi, değişim bilincinin yerleşmesi daha yavaştır ve sonradan gelir. Marx bunu Alman İdeolojisi’nde “Bir toplumda egemen olan düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir” diye ifade eder. Ancak tarihsel-toplumsal değişimin günü gelip çattığında, değişim kendisini kaçınılmaz olarak dayattığında devrimci dönemlerde eski toplumun kabuğu dayanamaz çatlar. Büyük emekçi yığınlar, halk kitleleri fikirlerinin, düşüncelerinin üzerine çöken “Alp dağlarını” silkip atmaya, eski düşünceleri ve alışkanlıklarıyla birlikte eski toplumu sorgulamaya başlar. Artık değişim çağı gelmiştir.

Büyük sermaye sahiplerinin sayılarındaki sürekli azalmayla birlikte sefalet, baskı, kölelik, soysuzlaşma, sömürü de alabildiğine artar, ama gene bununla birlikte sayıları sürekli artan, kapitalist üretim sürecinin kendi mekanizması ile eğitilen, birleştirilen ve örgütlenen işçi sınıfının başkaldırmaları da yeniden yaygınlaşır. Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşmadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler, mülksüzleştirilirler. (Karl Marx, Kapital Cilt 1, Sf.782, Sol Yayınları, 3. Baskı)

Ancak bu iş kendiliğinden olmaz, devrimci mücadele ve örgütlenme gerekir. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”nden önce, dünyanın devrimci dönüşümünden önce bunu yapacak öznenin, işçi sınıfının en azından geniş kesimlerini peşinden sürükleyecek öncü kesiminin bunu anlaması, bunun bilincine varması gerekir. İşçi sınıfının bilincini bulandıran dinsel hurafeler dahil, binlerce yıl öncesinden gelen ideolojik tortularla da mücadele edilmesi gerekir.

Toplumu alt üst eden büyük bir bunalım ve bunu takip eden büyük değişim rüzgarları esmeye başladığında yani çağ dönümlerinde o güne kadar sessiz ve sakin biçimde kaderine boyun eğmiş, alışılageldik rutin yaşamını sürdüren her sınıftan milyonlarca insanın yaşamı da alt üst olmaya başlar. Özellikle alt sınıftakiler yaşamlarını artık eskisi gibi sürdüremezler. Esmeye başlayan değişim rüzgarları, onları içinde doğup büyüdükleri gelenekleri, değer yargılarını, düşünce biçimlerini ve düşüncelerini gözden geçirmeye, yeniden düşünmeye zorlar. Böyle büyük değişim dönemlerinde insanlara o güne dek çok uzak görünen yeni fikirler birden bire yakınlaşır. Tıpkı gerçek yaşamda olduğu gibi fikir dünyasında da zihniyette de değişim zamanı gelmiştir. Milyonlar, o güne dek sürdürdükleri alışıldık rutin yaşamı, yaşamın anlamını sorgulamaya başlarlar. Artık herkes günlük yaşamın alışıldık sorunları üzerine düşünmenin ötesine geçer, kendi kaderlerini ellerine alma, kendi istedikleri yeni ve daha ileri bir yaşam kurma isteği kitleleri sarmaya başlar; bir zihniyet değişimi zamanı gelmiştir.

 

Kapital’in Yöntemi: Diyalektik Materyalizm

 

Yazının başında dediğimiz gibi diyalektik materyalist yöntemin gelişiminde Kapital’in rolü büyüktür. Marx, bu ölümsüz eseri “Kapital”i yazarken üç şeyi birden yaptı: Bunlardan ilki sermayeye dayalı bu üretim sisteminin tam bir analiziydi, böylece kapitalizmin işleyiş yasalarını açığa çıkardı; sermayeyi, artı-değeri ve kapitalizmin sonunun kaçınılmazlığını gösterdi. “Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirileceğini” kanıtladı.

İkincisi, sadece marksistlerin değil, Marx’ın ve Marksizmin düşmanlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı gibi ekonomi-politik bilimine devrimci bir karakter verdi, ekonomi politiği yeniden kurarak bir bilim düzeyine çıkardı.

Üçüncüsü, diyalektik materyalist yöntemin nasıl kullanılacağına, nasıl uygulanacağına dair harika bir örnek yarattı. Lenin’in “Kapital”i özellikle de birinci bölümü anlamak için Hegel’in “Mantık”ını okumayı önermesinin nedeni burada yatar. Zira Lenin, diyalektik yöntemi kavramadan “Kapital”i anlayıp kavramakta zorlanırsınız diyordu. Yine Lenin “Kapital”deki yöntem konusunda şunları söylüyor:Marx, ‘Mantık’ bırakmadı ama ‘Kapital’in mantık’ını bıraktı bize, ve söz konusu sorunun çözümü için bu mantıktan sonuna kadar yararlanmak gerekir. Hegel’de değer taşıyan ne varsa almış ve ilerletmiş olan bir maddeciliğin mantığı, diyalektiği ve bilgi teorisi. [Üç sözcüğe ihtiyaç yok aslında; üçü de aynı şeydir bunların] belli bir bilime uygulanmıştır “Kapital”de. (Lenin; Felsefe Defterleri, Sf.266, Minör Yay.)

Lenin’in belirttiği, Marx’ın “Kapital”de geliştirip kullandığı bu yöntem diyalektik materyalist yöntemdir. Marx “benim yöntemim” dediği bu yönteme dair “Kapital” 1. Cilt için yazdığı “Almanca İkinci Baskıya Önsöz”de şunları söyler: Benim diyalektik yöntemim, Hegelci yöntemden yalnızca farklı değil, onun tam karşıtıdır da. Hegel için insan beyninin yaşam süreci yani düşünme süreci -Hegel bunu ‘fikir’ (idea) adı altında bağımsız bir özneye dönüştürür- gerçek dünyanın yaratıcısı ve mimarı olup, gerçek dünya yalnızca ‘fikir’in dışsal ve görüngüsel (phenomenal) biçimidir. Benim için ise tersine, fikir, maddi dünyanın insan aklında yansımasından ve düşünce biçimlerine dönüşmesinden başka bir şey değildir.” (Kapital, Cilt 1, Sf.28)

Ama Marx’ın yöntemi hiçbir zaman hazır diyalektik yasaların dışarıdan ekonomiye uygulanması değildir. Tam tersine Marx bu yasaları, kapitalist ekonominin işleyişini tüm yönleriyle ayrıntılı, zahmetli ve uzun üren araştırmalarından, tekrar tekrar dönüp yeniden ele aldığı incelemelerden çıkardı. Ekonomi Politiğin Eleştirisine başlarken kafasında bir şablon-kalıp hazırlayıp olguları bu şablona tıkıştırmaya, uydurmaya çalışmadı. Olguları ayrıntılı, titiz, kılı kırk yaran incelemelerden geçirerek kapitalizmin işleyiş yasalarını buldu, ortaya serdi.

Burjuva “bilim böcekleri” her ne kadar Marx’ın bu büyük eserini görmezden gelmeye, suskunluk fesadıyla boğmaya çalışsalar da “Kapital” yalnızca ekonomi alanında değil, toplum bilimlerinde de büyük bir sıçrama, gelişme demekti. “Kapital”i görmek istemeyen, yok sayan burjuva “bilim böcekleri” süreçleri parçalayıp olguları oluşturan şeyleri bağlamlarından kopararak ayrıntılara dalmayı eskiden beri çok severler; hiçbir olguyu bütünlüklü olarak inceleyemez, yerli yerine oturtamazlar. Bilim insanları bu yönteme bugün “indirgemecilik” diyorlar. Ama Marx ve Engels daha o zaman bu yöntemin bilimsel bir yöntem olmadığını, “Metafizik yöntem” olduğunu belirtip mahkum etmişlerdi.

Zaten Marx’ın “Kapital”inden sonra bir daha hiç kimse ekonomiyi açıklarken “ıssız adadaki Robinson Crusoe-Cuma” ikilisine başvurmayı aklından geçirmeye bile cesaret edemedi. Zaman zaman bizde olduğu gibi, kerameti kendinden menkul kimi ekonomistler(!) en kaba popülizme başvursalar da kısa sürede bunun hiperenflasyon gibi sonuçlarıyla karşılaşıyorlar. Çünkü ne toplum “ıssız ada”dır ne de ekonomik krizler iki kişi arasında cereyan eder. Marx’ın “Kapital”de dost-düşman herkese kabul ettirdiği gibi ekonomi hiçbir zaman sadece iki insan arasındaki değişim değildir. Aksine tüm toplumu kapsayan karmaşık bir sistemdir. İşte Marx bu karmaşık sistemi Engels’le birlikte geliştirdikleri diyalektik materyalist yöntemle analiz etmiştir.

Engels, Marx’ın “Kapital”de başvurduğu diyalektik materyalist yöntemle Hegel’in diyalektiği arasındaki farkı belirtirken, “Hegel’in diyalektiği çarpıtmasının temelinde onun diyalektiği ‘düşünmenin kendi gelişmesi’ olduğunu farz etmesi yatar ve bunun sonucu olarak da şeylerin diyalektiği onun yansımasından başka bir şey değildir, halbuki bizim kafamızdaki diyalektik yalnızca doğada ve insan toplumunda yer alan ve diyalektik formlara bürünen gerçek gelişmenin yansımasıdır.” diyordu. (Karl Marx’ın Biyografisi, Sf.356, Sorun Yay.)

“Kapital”de, kapitalist üretim biçiminin ayrıntılı bir çözümlemesini yapan Marx, diyalektik gelişmenin bütün yasalarını ve kategori dizilerini, nicelikten niteliğe geçiş, karşıtların birliği ve mücadelesi, yadsımanın yadsınması yasalarını, nitelik, nicelik ve ölçü; öz, görünüş ve suret; içerik ve biçim; içsel olan dışsal olan; neden ve sonuç; zorunluluk ve rastlantı; olanak ve gerçeklik; tikel ve özgül ve evrensel soyut ve somut; tarihsel ve mantıksal gibi kategori dizileri ışığında irdeledi. Burada kapitalist üretim biçiminin nesnel diyalektiğini göstermekle yetinmedi, buna ilaveten konuya uygun bir araştırma yöntemi ortaya koydu; algılamanın mantığı ve teorisi olarak diyalektiği geliştirdi.

“Kapital”de geliştirip uyguladığı diyalektik materyalist yönteme ilişkin olarak “Kapital Cilt 1” için yazdığı “Almanca İkinci Baskıya Önsöz”de “Araştırma yöntemi, işlenecek malzemeyi ayrıntılarıyla ele almalı, onun gelişmesinin farklı biçimlerini tahlil etmeli iç bağıntılarının esasını bulmalıdır. Ancak bu yapıldıktan sonra gerçek hareket yeterince anlatılabilir.” (Sol Yay, Sf. 28) diyen Marx, Hegel’den bilgi üzerine kalan ne varsa onlarla başlayıp, diyalektiği Hegel tarafından metodize edilen bütün yasalarını ve kategorilerini yeniden ele aldı. Diyalektik yöntemin işleyişini ve bütün araçlarını kavrayan Marx, buna dayanarak elindeki ekonomik malzemeyi, en küçük birimi olan metadan başlayarak çözümledi: Metadan yola çıkarak kapitalist üretim biçiminin ve kapitalist toplumun bütün çelişkilerinin nasıl ortaya çıkıp olgunlaştığını adım adım ortaya serdi.

Meta ile para arasındaki ilişkiyi de ele alan Marx paranın ayrıntılı bir analizini yaptı. Marx’ın analizi bu alanda bir ilkti. Metanın ikili bir değere sahip olduğunu gösteren Marx, kullanım değeri, değişim değeri üzerinde durduktan sonra, emek-gücünün de kapitalizmde meta haline geldiğini; emek gücünün de tıpkı diğer metalar gibi hem değişim değerine, hem kullanım değerine sahip olduğunu gösterdi. Bir meta olarak emek gücünün alım satımı üzerinde de duran Marx, bu işlemle paranın sermayeye nasıl dönüştüğünü açıkladı. Emekle emek gücü arasındaki farkı bulup gösteren Marx, buradan artı-değere ve artı-değer sömürüsüne vardı. Burada durmadı, sermayeye dayalı bu üretim sisteminin, kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisini açığa çıkardı. Bu çelişki ve bu çelişkinin çözümü yani mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesinin zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu bunun er ya da geç gündeme geleceğini gösteren Marx, ekonomi politik bilimini, devrimci bir bilim olarak yeniden kurdu. Ekonomi Politiğin Eleştirisi yani “Kapital” bu kuruluşun somutlanmasıdır.

Özgür Güven

10 Haziran 2024