“Gerçeğin olgulardan çıkarılması”... “Olgular”dan murat, nesnel koşullardır, nesnel olarak var olan şeylerdir. “Gerçek” deyince anlaşılması gerekense, nesnel olarak varolan bu şeyler arasındaki içsel ilişkilerdir yani bu şeylere egemen olan yasalardır.
Söz konusu olan kapitalizm ve kapitalist toplum olduğuna göre, kapitalizmin işleyiş yasaları ve bunun toplumsal yaşamdaki yansımaları, görüngü biçimleridir. Şimdi bunu bizde yaşanan süreçte somutlayalım.
Erdoğan ve dinci faşizm 2000’lerin başında, halkın demokrasi ve değişim taleplerini kullanarak önce hükümeti, süreç içinde de devleti ele geçirdi. Ama emekçi yığınların ve Kürt halkının taleplerine kayıtsız kaldı. Erdoğan’ın kişisel hırsı ya da istekleri, ne denirse densin, uluslararası sermayenin emperyalizmin yönelimiyle çakışınca, yaygın ortalama söylemde “tek adam diktatörlüğü”, bilimsel söylemle topyekun faşizm uygulamaya kondu, pekiştirildi.
Erdoğan ve dinci faşist iktidar daha baştan itibaren içeride iç savaşı kazanmak için her şeyi yaparken, dışarıda da yayılmacı politikalar izledi. Rojava ve Başur Kürdistan’da bazı bölgeler uzun yıllardır işgal edildi.
Kapitalizmin işleyiş yasaları, sermaye birikimi ve artı-emek sömürüsünün yoğunlaşarak ve artarak devam etmesi, iç savaş ve yayılmacılık nedeniyle dışarıda süren savaş, Türkiye’de ve Bakur Kürdistan’da bütün halk kesimlerini, emekçi yığınları açlıktan ölümün kıyısına kadar getirdi.
Maliye Bakanı Mehmet Şimşek para bulabilmek için emperyalist finans kuruluşlarının, emperyalist merkezlerin kapılarını bir kez daha çaldı; biraz nasihat, biraz övgü, biraz pohpohlamayla, ama boş çantayla döndü. Şimşek’i öven ve nasihat veren kurumlardan biri de İMF oldu: “Eğer biz bir program yapsaydık aynı şeyleri yapardık” dedi. Uzun lafın kısası beklenen oldu: Seçimler biter bitmez “acı reçete” uygulanmaya başladı.
Bu “acı reçete”den proletarya ve halkların payına ne düştüğüne, yaşamlarını nasıl etkilediğine, etkileyeceğine, sonuçlarının neler olacağına bakalım. Bu ekonomik program her şeyden önce yoksulluğu daha da derinleştirecek. Açlık ve sefalet bugüne kadar toplumun önemli bir kesimini pençesine aldı. Uygulamaya konan bu yeni program nedeniyle açlık ve sefalet, toplumun daha geniş kesimlerini de etkisi altına alacak; genişleyerek ve derinleşerek sürecek. Bir yanda lüks ziyafet sofraları kurulurken, bir yanda okula aç giden çocuklar ve çocuklarının beslenme çantalarına bir dilim ekmek, bir lokma katık koyamamanın çaresizliğini, acısını yaşayan anneler. Öyle ki, son rakamlara göre çocukların %62,5’i yetersiz besleniyor. Ki, o lüks ziyafet sofralarından sosyal medyaya basına yansıyan ıstakoz vb. aslında yaşanan debdebenin, sefahatin yanında devede kulak kalır. Geçerken belirtelim.
Evsizlik ve konut-barınma sorunu, özellikle en altta yaşayanlar açısından en üst düzeyde yaşanıyor. En yoksullar parklara kurdukları derme-çatma uyduruk çadırlarda, sokaklarda yaşamaya başladılar bile. Bir yanda sermaye kesiminin yatırım aracı olarak kullandığı yüz binlerce, milyonlarca daire-konut boş dururken, bir yanda emeklilik maaşıyla, asgari ücretle yarışan ev kuraları, konut-barınma sorununun vardığı boyutun vahametinin dışa vurumundan başka bir şey değil. 6 Şubat’ta 11 kenti yerle bir eden deprem, barınma sorununu çok daha acil hale getirirken, bunun kapitalizm koşullarında çözülemeyecek bir sorun olduğunu herkese gösterdi.
Ev kiralarıyla birlikte yaşanan gıda fiyatlarındaki önlenemeyen yükseliş, hayat pahalılığını tam anlamıyla içinden çıkılamaz duruma getirdi. Doğalgaz, petrol ve elektrik zamları bunun tuzu biberi oldu. Fiyatlardaki bu önlenemeyen yükseliş devam ediyor, edecek. Yaz geliyor, meyve sebze ucuzlar diye beklemek, boşa kürek çekmektir. Normal koşullarda mevsim sebzeleri yazın biraz ucuzlardı, ama son birkaç yılda yaşandığı gibi artık ucuzlamıyor, ucuzlamayacak. Çünkü üretim maliyetleri, tohum, gübre, ilaç, mazot, elektrik, su, hayvan yeni gibi girdilerin fiyatları durmadan artıyor. Bu nedenle fiyatlar bu yaz da düşmeyecek, hayat pahalılığı sürecek. Aşık Mahsuni’nin dediği gibi halk “kuru soğana muhtaç” oluyor, olacak.
Üretim maliyetlerindeki bu önlenemeyen yükseliş, üreticiyi, özellikle küçük ve orta üreticiyi üretimden koparıyor; üretim maliyetleri artarken üretim azalıyor: Gıdadan giyime fiyatlar daha da yükseliyor, fiyatların düşeceği beklentisi tam anlamıyla boş bir beklentidir.
Hayat pahalılığı ve enflasyon aynı madalyonun ki yüzüdür, karşılıklı olarak birbirlerini beslerler. Şimdi hükümet enflasyonla mücadele edeceğini söylüyor; kamuda tasarruf diyor, kemer sıkma diyor, sıkı para politikası diyor. Bunların halkların yaşamındaki karşılığı, yoksulluğun ve yoksunluğun daha çok artması olacaktır. Çünkü sıkı para politikası iç pazarın daraltılmasıdır yani tüketimin kısılmasıdır. Gazeteler bu konuyu ele alırken “iğneden ipliğe büyük tasarruf” diye manşet atıyorlar. Burada asıl tasarruf, emekçinin sofrasından, giyiminden, sağlığından yani yaşamından yapılıyor, yapılacak. Kamuda tasarruf diyorlar; yani işçisi, memuru, emeklisiyle ücretlerde, maaşlarda düşüş olacak diyorlar. Yani rakamsal olarak görünürde bir artış olsa bile, gerçek ücretler düşmeye devam edecek.
Yine kamuda tasarruf nedeniyle EYT’lilerin staj ve çıraklık başlangıcının sigortalılığa başlangıç kabul edilmesi talepleri kabul edilmeyecek, sorunlar sürecek. Çünkü kamu SGK giderlerini kısacak, hem emekli maaşları için yeni kaynak ayrılmayacak, hem de doktora-ilaca erişim daha da zorlaşacak, emeklilerin sorunları artarak devam edecek.
Dinci faşist iktidarın, enflasyonla mücadelede kullanabileceği tek silah faiz artışı ve sıkı para politikasıdır. Bunun ilk akla gelen sonuçlarından biri, ekmeği dahi kredi kartıyla almaya başlayan; bir zamanlar bankaların bol keseden dağıttığı kredi kartlarına takla attırarak hayata tutunmaya çalışan milyonlarca emekçinin elinden bu olanağın da alınacağıdır. Bir diğer sonuç, zaten borçlu olan ve yüksek faiz nedeniyle kredi bulması imkansızlaşan; enflasyon yüzünden borçları katlanarak büyüyen orta ve küçük işletmelerin (KOBİ) batışı olacaktır. Yani küçük mülk sahibi üreticilerin iflası, mülksüzleşmesi artarak devam edecektir. Zaten daha bugünden, lokantadan konfeksiyona mikrofon uzatılan her küçük mülk sahibi esnaf aynı cümleyi kuruyor: “Kiramı ödeyemiyorum, vergimi veremiyorum.”
Ayrıca küçük ve orta işletmelerin batışı, zaten yüksek olan işsizliği daha da artıracaktır. TÜİK ne derse desin, resmi ağızlar, rakamlar ne söylerse söylesin, işsizlik artmaya devam edecek. Ocak 2024’te TÜİK verileriyle 10,5 milyon olan işsiz sayısı, nüfusun %26.5’nin şimdiden işsiz olduğunu söylüyor: Üstelik bu rakama uzun zamandan beri işsiz olduğu için iş aramaktan vazgeçenler, haftada yarım gün ya da bir gün iş bulabilen gündelikçiler dahil değil. Yani gerçek rakam çok daha yüksek.
İşte gerçekler!.. Peki bu gerçekler neyi işaret ediyor? Bu topraklarda devrim toprağının ne kadar bereketli olduğunu, sermayenin ve iktidarının emekçi yığınları, ezilen ve sömürülenleri hiç durmadan devrime, devrim saflarına doğru ittiğini gösteriyor. Burada artık söylenecek tek bir şey kalıyor: Faşizme, sermayeye ve dinci gericiliğe karşı şimdi devrim zamanı.
Özgür Güven