Uzlaşmacı sosyalistlerin, Marksizmin temel tezlerinden biri olan Marksist devlet teorisini reddettiklerini daha önce söylemiştik. Şimdi bunu biraz açalım.
Marksizm, devletin, bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki baskı ve egemenlik aygıtı olduğunu söyler. Bunun, kapitalist toplumdaki anlamı; devletin burjuva sınıfın bir egemenlik aygıtı olduğu ve bu sayede proletarya başta olmak üzre emekçi sınıflar üzerinde baskı ve sömürüsünü sürdürdüğüdür. Günümüzde ise bu devlet, en büyük sermaye gruplarından oluşan bir avuç tekelci burjuvanın baskı ve egemenlik aygıtıdır; tekelci burjuvazinin diktatörlüğüdür. Tekelci burjuvazi bu aygıt ve tekeline aldığı politik iktidar sayesinde ekonomik ayrıcalıklarını da sürdürmekte; bu güce dayanarak kendisi dışında kalan bütün toplumsal sınıf ve kesimleri egemenliği altında tutmaktadır. Bu egemenlik aygıtı sayesinde baskı ve sömürüsünü sürdürmekte, sermaye birikimini devam ettirmektedir.
Burada uzlaşmacı sosyalistlerin iddiası, seçimler yoluyla burjuva parlamentoda çoğunluğu elde etmek, hükümet olmak ve oradan da adım adım demokratik hak ve özgürlükleri genişleterek bir patlamaya, bir devrime yol açmadan yavaş yavaş ilerleyerek sosyalizme geçileceğidir. İşte bu, asıl sorunu, burjuva devletin sınıfsal karakterini ve özünü gizlemek, halkı aldatmaktır. Burada şu soru sorulmalı, cevaplanmalıdır.
“Burjuva sınıfın, tekelci sermayenin karşısında konumlanan başta proletarya olmak üzere toplumdaki bütün ezilen ve sömürülen kesimler, tekelci sermayenin egemenlik aygıtı olan ve biçimi ne olursa olsun burjuva devleti yıkmadan kendi iktidarını kurup sosyalizme geçebilir mi?”
Burjuvaziye göre parlamenter sistem çoğulcudur ve çoğunluk esasına göre çalışır. Yani politik partiler birbirleriyle serbestçe rekabet ederek özgür ve eşit koşullarda seçime girerler. Bu seçimler sonucunda halk kimi seçerse o iktidar olur.
Burjuvazinin çoğunluğu genel olarak istisnalar hariç iki büyük partiye dayanır; biri iktidardayken diğeri muhalefettedir. Buradaki iktidar hükümet anlamındadır, dört ya da beş yıllık periyotlarla seçimler yinelenir. Bu yıllar içerisinde hükümet partisi kapitalizmin işleyişinden ve sermayenin egemenliğinden kaynaklanan ekonomik terör ve geniş yığınların açlık ve sefaletinden doğup beslenen öfkeyi üstüne çeker. Seçimlerde bu sefer diğer parti iktidar olurken, bir önceki dönemin iktidar partisi muhalefet sıralarına yerleşir, yeniden kendilerine sıranın geleceği günleri beklemeye başlar... İşte burjuvazinin çoğulcu parlamenter sistemi budur ve bu sistem sayesinde emekçi yığınların, halkların öfkesi sorunların asıl kaynağı olan kapitalizme, burjuva topluma ve burjuva devlete değil, bu düzenin bir parçası olan burjuva partilere yönelir. Tekelci sermayenin parlamenter sistem ya da çoğulculuk dediği bu sistem sayesinde, bu oyun böyle sürüp gider.
Yine burjuvaziye göre devlet, toplumdaki çeşitli sınıfları ve çıkar gruplarının arasında dengeleyici bir güç olarak bütün topluma hizmet eder. Önce şunu söyleyelim; sosyal reformistler, Marksist devlet teorisinin yerine, açık açık söylemeseler bile, bu burjuva görüşü, üstelik gerçekle hiç alakası olmayan bu burjuva görüşü koyuyorlar. Çünkü buna ihtiyaçları var, buna inanmak istiyorlar. Çünkü onlara göre parlamentoda çoğunluğu ele geçirerek hükümet olmak; hükümet olduktan sonra da “yukarıdan aşağıya” adım adım, tedrici olarak kapitalizmden sosyalizme geçmek mümkün. Yine sosyal reformistlere göre tekelci devlet kapitalizmi, kapitalizmden sosyalizme geçişin bir adımıdır.
Burjuva ideolojinin etkisi altında böyle düşünmeye başlayan uzlaşmacı sosyalistler, uzun zamandan beri proletarya ve halkların ağır ekonomik baskı altında içine sürüklendiği açlık ve sefalete çare olarak “kamulaştırma” demeye başladılar. Oysa ki proletarya ve halklar, daha önceki yıllarda Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT) olarak bilinen Sümerbank’tan Şeker Fabrikalarına, SEKA’dan TEKEL’e, SEK’ten Demiryollarına ve daha pek çok sektörde var olan kamu yatırımlarının sermaye birikimine ve tekelci sermayeye nasıl hizmet etiğini kendi deneyimleriyle biliyorlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde kamu yani devlet, büyük altyapı yatırımlarını üstlenerek sermayenin yolunu açar. Bizde ise cumhuriyetin kuruluşundan sonra KİT’lerin gündeme gelmesinin tek nedeni vardı: Özel sermaye yokluğu ya da yetersizliği. Zaten emperyalizmin yeni evresinde uygulamaya konan bağımlı ülke ekonomilerinin ilhak edilmesini son noktaya kadar vardırma politikalarına bağlı olarak bu KİT’ler özel sektöre satıldı. Şimdi uzlaşmacı sosyalistler, son 35-40 yılda satılan bu işletmeleri yeniden kamulaştırarak sorunların çözüleceğini iddia ediyorlar.
Marksizme göre bir toplumsal sistemde asıl belirleyici olan, ekonomik altyapıdır. Birer üst yapı kurumu olan siyasal ve hukuksal biçimler bu temel üzerinde yükselir; ama bir kez yerleştikten sonra da ekonomik alt yapıyı etkileyebilirler. Uzlaşmacı sosyalistlere göre Marksizmin bu tezi de yanlıştır. Ya da şöyle söyleyelim, onlara göre Marksizm, bu tezinde de yanılmıştır.
Zira uzlaşmacı sosyalistlere göre parlamentoda çoğunluğu ele geçirip hükümet olduktan sonra, siyasal ve hukuksal biçimler ekonomik alt yapıyı peşinden sürükleyecek, sınıf mücadelelerine, bir devrime, bir alt üst oluşa gerek kalmadan adım adım sosyalizme geçilebilecektir.
Meseleye böyle bakıldığı anda, emek-sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişkinin ve bu temelde süren proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin yerini, daha çok oy alıp parlamentoda çoğunluğa sahip olarak hükümete gelmeyi isteyen partiler arasındaki siyasal rekabet alır. Kapitalizmin temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisi kaşla göz arasında yok edildiği gibi, kendi politik partilerinde örgütlenmiş sınıflar arasındaki mücadelenin ya da kendi politik örgütleri aracılığıyla mücadele eden sınıfların sözü bile edilmez. Çünkü artık emekle sermaye arasındaki güç ilişkilerinin yerini “çokluk” ya da halkla, iktidar olarak örgütlenmiş bir güç (dikkat, sermaye değil) arasındaki ilişkiler almıştır. Uzlaşmacı sosyalizm, işçi sınıfını sosyalizm mücadelesinin merkezinden uzaklaştırmakla kritik bir kaydırma yaparak, sınıflar mücadelesini de bir hokkabaz gibi yok etmiş, devrimci sosyalizmi burjuva sosyalizmi ya da sosyal demokrasi düzeyine indirgemiştir.
İktidar-muhalefet oyununu ve siyasal rekabeti en başa alan uzlaşmacılar, nüfusun çok büyük bir çoğunluğuna kesintisiz olarak uygulanan ekonomik terörü, baskı ve sömürüyü, bu sömürü ve terörü yaratan nesnel koşulları değil, ideolojik olanı da en başa almaktadırlar. Çünkü onlara göre burjuva demokrasisi de proletarya demokrasisi de (ya da diğer bir söylemle burjuva diktatörlüğü de proletarya diktatörlüğü de) yoktur, genel bir demokrasi vardır. Burada “demokrasi” kavramı esas özünden, sınıfsal içeriğinden soyutlanarak, sınıflar üstü bir konuma yerleştirilmiştir. Böylelikle kapitalizm ile sosyalizmi birbirinden ayıran çelişki ve çatışmalar, sınıf karşıtlıkları; bu karşıtlıklara neden olan kapitalist ekonominin işleyiş yasaları gözlerden gizlenmiş, yerini sırf retorikten ibaret, sınıfsal içeriğinden ve bağlarından koparılmış bir “demokrasi” almıştır. Zaten bu nedenle 14 ve 28 Mayıs’ta “tek adam diktatörlüğüne” karşı gönül rahatlığıyla tekelci sermayenin bir başka partisi olan CHP’nin liderini desteklemiş, hiç utanıp sıkılmadan onun borazanlığını yapmışlardır.
Burjuva ideolojide “demokrasi” kavramının özellikle sınıfsal hegemonyada önemli bir yere sahiptir. Yüzyıllardır burjuvazi, “geri” ve “barbar” halklara “uygarlık” ve “demokrasi” götürüyoruz diyerek istediği her yeri işgal edip yağmaladı. Şimdi de devrimin, devrimci mücadelenin önüne geçmek, proletarya ve halkları devrim yolundan, devrimin zaferi yolundan saptırmak, vazgeçirmek için aynı argümanı, “demokrasi”yi kullanıyor. Küçük burjuva uzlaşmacı sosyalistler ise, bu konuda proletarya saflarında ideolojik-politik kafa karışıklığı yaratarak burjuvazinin gönüllü ajanlığını yapıyorlar. Küçük burjuva hareketler devrimci sosyalizmden uzlaşmacı sosyalizme doğru kayarken, kendi sınıfsal karakterlerinden ileri gelen ikili tutum ve bunun kendilerinde yarattığı kafa karışıklığıyla “demokrasi”nin tam da bu sınıfsal içeriğini, özünü unutuyor, yok sayıyorlar. Ama onların bu tutumu demokrasinin sınıfsal içeriğini ortadan kaldırmıyor. “Parlamenter demokrasi” ya da “çoğulcu demokrasi” denen bu burjuva iktidar biçimini sınıflar mücadelesinin yerine değilse bile önüne yerleştiren uzlaşmacı sosyalistler iktidar-muhalefet oyununun, burjuvazinin belirlediği sınırlar içinde kurulmuş partiler arasındaki siyasal rekabetin içine dalıyor; sınıf savaşları yerine gensoru savaşlarına soyunuyorlar. Aslında bunları yapmak uzlaşmacı sosyalizmden bile öteye geçmektir, liberalizmdir. Zira bu baştan beri sözünü ettiğimiz, burjuvaziye özgü kurum ve kuruluşların sınıfsal niteliğini, burjuva özünü yok saymaktır. Böylece burjuvazinin alameti farikası (tescilli marka) olan parlamenter sistemi, parlamenter demokrasiyi sınıflar üstü bir konuma yerleştirmekte, burjuva demokrasisi ile sosyalist demokrasi arasındaki karşıtlığı, aşılmaz uçurumu yok edip üstünü örterek proletarya ve halkları kandırmaktadırlar.
Böylece, açık açık asıl özünden soyarak kendi kafalarına göre şekillendirdikleri; sınıfsal içeriğinden soyup tarafsızlaştırdıkları bu “demokrasi” garabetini adım adım genişleterek sosyalizme gidilebileceğine dair tezlerine destek yapıyorlar.
Özgür Güven
Yazarın konu hakkındaki ilk . ikinci ve üçüncü makalesini okumak için tıklayın