Çürüyen her yapıyı bekleyen kaçınılmaz son yıkımdır, çöküştür. Kapitalist sistemin yaşadığı da bu. Kapitalizm çürümenin içinde ve onunla birlikte gelişerek tekelcilik aşamasına vardı.
Tekelcilikle birlikte, çürümenin kapitalist sistemin tüm hücrelerine kadar yayılacağı bir süreç başlamış oldu. 150 yıl içinde tüm kapitalist ülkeler tekelcilik aşamasına varırken, çürüme de tüm kapitalist ülkelerin ekonomik, siyasal, kültürel, ahlaksal yaşamanın tüm hücrelerine nüfuz etti. Kapitalizmin içinde doğduğu çürüme ile tekellere özgü durgunluk ve çürüme eğiliminin birleşmesinin sonucu olarak, kapitalist sistemin çürümesi derinlemesine ve yaygınlığına o denli hızlı ilerledi ki, egemen olduğu her ülkede tüm kurum ve ilişkileriyle çöküş noktasına geldi.
Çöken sistemin altında kalanlar ise işçiler, emekçiler ve tüm sömürülenler oluyor. Zaten açlık, yoksulluk, yoksunluk içinde acı çekmekte olan işçiler ve emekçiler, kapitalist sistemin yaşadığı topyekün çöküşle birlikte kitlesel olarak üretim alanının dışına atılıyorlar. Üstelik bir daha geri dönmemek üzere. Bu, onlar için yaşamdan kovulmak anlamına geliyor. Ve bu durum kapitalistlerin umurunda bile değil. Pandemi bu gerçekliği tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Her gün yüzlerce, binlerce, onbinlerce emekçi hayatını kaybetti, halen kaybediyor. Pandeminin başından bu yana milyonlarca emekçi öldü. Kapitalistler umursamadılar bile. Hatta pandemiyi yaşlı, hastalıklı ve fazla nüfustan kurtulmalarını sağlayan bir lütuf olarak gördüler. Umursadıkları sadece, kapitalist ekonominin çarklarının dönmesi, servetlerine servet katmak oldu.
Emekçilerin, üzerlerine çökmekte olan kapitalist sisteme tepkileri ise, canlarını kurtarmak için dünyanın dört bir köşesinde harekete geçmek, sokaklara çıkmak ve ayaklanmak oldu. Emekçiler canlarını kurtarmak için, mevcut toplumsal düzenden (onun kurum ve ilişkilerinden) kurtulmaları gerektiğini her adımlarında, her vesileyle deneyimleyerek öğreniyorlar, öğrendiler. Bu öğrenme süreci, 21. yüzyılda çok hızlı ilerliyor. Çünkü, kapitalist sistemin tüm hücrelerine kadar yaşadığı çürüme ve bunun getirdiği topyekun çöküş, kapitalistlerin aldıkları, palyatif önlemlerin hiçbir işe yaramamasına neden oluyor. Ve bu da, emekçilerin kendi deneyimleriyle öğrenme sürecini hızlandırıyor. Öte yandan ulaşılan bilimsel ve teknolojik gelişme sayesinde elde edilen üretim gücünün, tüm insanların insanca yaşamasına yetecek düzeyde olduğunun görünür hale gelmesi de, öğrenme sürecini alabildiğine hızlandıran bir başka etken. Ve tabii ki 200 yıldır insani bir toplumsal yaşamın inşası için ideolojik, politik, pratik olarak yürütülen mücadele de, yaşanan somut koşullar üzerinden emekçilerin dönüşümüne / gelişimine daha hızlı etki ediyor. Tüm bunların ve elbette başka etkenlerin de toplamı olarak, emekçilerin yaşadıkları hızlı gelişim, onları dünyanın her yerinde sol, sosyalist hareketlere yöneltiyor. Bundan daha farklı bir sonuç da olamazdı. Çünkü kapitalist sistemin yegane karşıtı sosyalist sistem.
İşçilerin ve emekçilerin yüzlerini sosyalizme dönerek yürüttükleri kesintisiz mücadele ve isyanlar ise, insan onuruna yaraşır, halkın maddi ve manevi ihtiyaçlarına cevap veren bir toplumsal düzenin kurulması sonucunu doğurmadı henüz. Kapitalist sistemin tüm çürümüşlüğü ve bu çürümüşlüğü yaratan nedenleriyle birlikte ortadan kalkmasını sağlayamadı. Peki ama neden?
Elbette bunun bir çok nedeni var. Bu nedenlerin en önemlilerinden biri, mücadele ve isyan halinde oldukları çürümüş kapitalist sistemi ayakta tutan kapitalist devlet aygıtını topyekun reddettikleri, ortadan kaldırdıkları taktirde toplumsal yaşamı nasıl ve hangi araçlarla düzenleyeceklerine dair fikirlerinin olmamasıdır. Bunun için de, ne pratikleri ne de düşünceleri, mevcut olanı kökten parçalayıp ortadan kaldırmaya kadar derinleşebiliyor, ilerleyebiliyor. Bu yönde, duydukları “halkın iktidarını kurma”, “halkın kendi kendini yönetmesi”, “halk demokrasisi-devleti” gibi şiarlar emekçi kitlelerin çoğunluğuna soyut geliyor ve bundan dolayı da bu tür söylemleri mevcut düzenin örgütleri, bu örgütlenmelerin iyileştirilmesi üzerinden zihinlerinde somutluyorlar.
Bu durumun en çarpıcı örneğini Yunanistan’da yaşanan halk ayaklanmasında, Latin Amerika deneyimlerinde görüyoruz. Kendilerini devrimci, sosyalist olarak tanımlayan siyasi kadrolar ve partiler, sırtlarını halkın isyanına dayayıp çürümüş kapitalist devlet aygıtının bir parçası olan parlamenter demokrasi yoluyla kendilerini hükümete (siyasi iktidara) taşıyorlar. Emekçiler, kendileri ile aynı yolda yürümüş olan bu sosyalistleri hükümete getirmekle yaşamlarında köklü değişiklik olacağını sanıyorlar. Onların çürümüş devlet aygıtını emekçiler lehine kullanabileceğini hatta bu çürümeden kurtarabileceklerini sanıyorlar. Ama emekçilerin yaşamlarında köklü ve kalıcı bir değişim gerçekleşmiyor. Zenginler de yoksullar da varolmaya, zenginlerle yoksullar arasındaki uçurum da artmaya devam ediyor. Çünkü, çürümüş kapitalist devlet aygıtı aracılığıyla toplumsal yaşamın düzenlenmesi, örgütlenmesi devam ediyor. Çünkü, çürümeyi besleyip büyüten tekelcilik varlığını korumaya devam ettiği için devlet aygıtının (siyasal-toplumsal yaşamın) çürümesini beslemeye; çürümüş kapitalist devlet aygıtı da tekelciliğin varlığını korumaya devam ediyor.
Bu durum tıpkı bir sürücünün, yokuş aşağı giden ama tekerlekleri patlamış, freni tutmayan, vites kolu kırılmış, direksiyonu kilitlenmiş bir arabanın şoför koltuğuna oturmasına benziyor. Kaza, sürücü ne kadar usta ve iyi niyetli olursa olsun kaçınılmazdır. Ve bu kazanın sonucunda sadece araba paramparça olmayacak şoför de hayatını kaybedecektir. Burada sorgulanması gereken tek şey vardır. Sürücünün şoför koltuğuna neden oturduğudur? Ya kaçınılmaz sonu göremeyecek kadar cahil ya da...
Kendini devrimci sosyalist olarak tanımlayan ama sosyal devlet anlayışının ötesine geçememiş olanların çürümüş kapitalist düzenin (ve onun çürümüş devlet aygıtının) hükümet koltuğuna oturarak kendilerini düzenin bir parçası haline getirmelerinin sonucu ise; düzenin taze kana kavuşması, çürümüş kapitalist devlet aygıtı ile (bu aygıtın koruduğu ve beslendiği) tekelleri ortadan kaldırabilecek yegane şey olan halkın yıkıcı ve kurucu isyanının yani devrimci enerjinin sönümlenmesi ve düzenin ömrünü biraz daha uzatması oluyor. Ama başta da söylediğimiz gibi, yaşanan çürümüş kapitalist düzenin topyekun çöküşü olduğu için, bu tür palyatif çözümler bile kapitalist düzene fazla zaman kazandırmıyor.
Emekçileri isyana sürükleyen sorunlar köklü ve kalıcı bir çözüme kavuşmadığı için, sokaklar yeniden emekçilerin isyanına tanık oluyor. Üstelik bu sefer isyan, emekçiler sayesinde siyasi iktidara taşınan sosyal devlet savunucusu sosyalistlere de karşı gelişiyor. Çünkü onlar da çürümenin bir parçası haline gelmişlerdir artık. Lakin baştaki açmaz olduğu yerde durmaktadır halen. İsyan edilen çürümüş kapitalist devlet topyekun parçalanıp ortadan kaldırılırsa, toplumsal yaşam nasıl ve hangi araçla düzenlenecektir. Emekçilerin zihninde somut, gerçekliği algılanabilir bir olgu halen yoktur. Yaşadıkları deneyimler kuşkusuz öğretici olmuştur. Bu öğreticilikle, emekçilerin bir bölümü daha sosyal reformistlere yüz çevirecektir. Ama, burjuva muhalefet ve daha çok da uzlaşmacı sosyalistler yeni formlarda ortaya çıkarak, emekçilerin büyük çoğunluğunun içinde bulunduğu çıkmazdan yeniden ve yeniden yararlanmaya çalışacaklardır. Çürümüş kapitalist düzeni cilalayıp yeni ambalajlara sararak emekçilere pazarlayacaklardır.
İşçilerin, emekçilerin ve tüm sömürülenlerin karşı karşıya kaldıkları bir çıkmaza son vermede görev, başta devrimci proletarya olmak üzere devrimci kitlelere düşüyor. Çünkü tarihin yapıcı, sürükleyici, değiştirici gücü onlardır. Peki bu görev nedir? Tam da bu somut koşullarda sosyalistler devrimci kitlelere açık ve somut olarak ne önermelidir ki, onlarda bunu kendilerine görev edindikleri ve tutkuyla yerine getirdikleri taktirde halkın isyanının zafere doğru gelişeceğine ikna olsunlar ve tutku, cüret, cesaretle işe koyulsunlar.
Bizim cevabımız, mücadele-ayaklanma-iktidar organı olacak komite ve konseylerin kurulması, büyütülmesi ve yaygınlaştırılmasıdır. Bu başarıldığı ölçüde emekçilerin isyanı da başarıya ulaşacaktır.
Denilebilir ki, emekçileri kapsayan meclis, kongre, platform, komite ve benzeri adlarda örgütlenmeler var, ama sorun çözülmüş değil. Doğrudur, bu isimlerde çokça örgütlenme var. Fakat kurulmaya, büyütülmeye, yaygınlaştırılmaya çalışılan bu örgütlenmelerin hiçbirine zamanla ayaklanma ve iktidar organlarına dönüşme misyonu yüklenmiyor. Bu hedeflenmiyor. Dolaysıyla mücadele araçlarından ayaklanma ve iktidar organına doğru dönüşmelerini olanaklı kılacak niteliklerden yoksun bırakılıyorlar. Bu örgütlenmelerin oluşumuna öncülük eden, içinde yer alan, etkin olan siyasi kadrolar ve partiler, bu oluşumlara ve işleyişlerine, mevcut çürümüş kapitalist devleti yıkacak ve toplumsal yaşamı düzenleyip yönetecek örgütlenmeler olarak, geleceğin iktidar organının nüvesi olarak bakmıyorlar. Dolaysıyla halkı da bu bilinçle eğitmiyor, bu dönüşümü gerçekleştirmelerini sağlayacak şekilde donatmıyor, deneyimleriyle öğrenme sürecine bu yönde eşlik etmiyorlar. Ya mevcut düzen sendikalarının, toplumsal örgütlenmelerin bir uzantısı ya alternatifi ya da meclis-hükümet koltuklarına oturmak isteyen siyasi kadrolar ve partiler tarafından taban / kitle örgütlenmeleri olarak ele alınıyorlar. Yani çürümüş kapitalist düzenin siyasal sınırları içinde.
Bu anlayışın en çarpıcı örneğini Gezi Ayaklanması sürecinde gördük. Sürecin öncülüğünü yapan devrimci kitle, ‘park forumları’ adı altında halkın sürece etkin katılımını sağlamaya giriştiğinde, karşılarında uzlaşmacı sosyalistleri buldular. Uzlaşmacılar, bu forumların karar alma ve uygulama organlarına dönüşmesine ilk andan itibaren karşı durdular ve baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. Tartışma kulübü olarak gördüler. Çünkü bu dönüşümün sağlanması, ayaklanma ve iktidar organlarına dönüşmeleri, halkın iktidarlaşması demekti. Ki bu da, çürümüş kapitalist devlet aygıtı ile köklü hesaplaşmaya girmek, onu parçalama yönünde harekete geçmek demekti. Oysa uzlaşmacı sosyalistler, düzenden köklü bir kopuşun değil onunla uzlaşmanın, onun siyasi iktidar koltuğuna oturmanın arayışındadırlar. Böyle olduğu için de, ellerinin değdiği her şeyi bu anlayış doğrultusunda biçimlendirirler.
Yaşanan deneyimler içinde yaygınlık, güç ve nitelik anlamıyla en ileri gideni ise “demokratik toplum kongresi” oldu. Pratikte, gerilla gücünün varlığıyla birlikte giderek bir iktidar organı haline dönüşmesine rağmen, çürümüş kapitalist devletin yanı sıra varolabileceğini düşündü, düşünüldü. Çürümüş kapitalist devleti reforma zorlama, isteklendirme, denetleme, işlevini üstlendi. Çürümüş kapitalist devleti ortadan kaldıracak ayaklanmanın ve kurulacak yeni devletin iktidar organı haline dönüşmesini sağlayacak nitelikleri bilinçli olarak üstlenmedi. Daha tam ifadeyle, DTK’nın en etkin gücü olan ulusal hareket ideolojik kabulleri ve pratikten öğrenmeyi de reddetmesi nedeniyle, DTK’yı bu niteliklere sahip olmaktan uzak tuttu. Ve dolaysıyla tıkandı. Tıkandığı için de kent isyanları ondan bağımsız ortaya çıktı. Bu durum aslında, DTK’nın kendini içine hapsettiği sınırların yaşam tarafından eleştiriydi. Bu sınırların içine hapsedilmiş olmasının bedeli ağır oldu. Kendini bir halk ayaklanmasının öznesi, yöneticisi, parçası olarak görmemesi sadece kendi saygınlığını zayıflatmadı. Aynı zamanda, gerçekleşen kent ayaklanmasını da zayıflattı.
Peki, emekçi sınıfların ısrarlı isyanının zafere ulaşmasını, işçilerin, emekçilerin ve tüm sömürülenlerin devletinin, halk devletinin kurulmasını ve bu devlet aracılığıyla insan onuruna yaraşır bir toplumsal düzenin gerçekleşmesini sağlayacak temel önemdeki araçlardan olan komite ve konseyler nasıl olmalıdır?
İ.Cevat Çetiner