Robotların “yapay zeka” ile buluşması, bu teknolojinin başta sanayi ve hizmet sektörü olmak üzere bir çok alanda kullanılmaya başlanması ve giderek evlerimizin içine girmesiyle birlikte, insanlığın geleceğine dair sorular yeniden gündeme geldi.
Bu sorular içerisinde iki tanesi öne çıkıyor. Birincisi, istihdamın nasıl etkileneceği. İkincisi, “yapay zeka” teknolojisinin, düşüncenin modelleştirilmesinin yolunu açarak, robotların dünyayı ele geçirmesini olanaklı hale mi getireceği sorularıdır.
İlkinden başlayalım. Toplumun kapitalist örgütlenmesinin sınırlarını aşamayanların, istihdam konusunun gündeme almalarının en önemli nedeni kuşkusuzdur ki, işsizlik ve bunun sonucunda yaşanacak toplumsal sorunlardır. Burjuva dünyanın bu çerçevedeki tasavvurunu, bilim kurgu filmlere yansıyanlardan görüyoruz.
Bu sürecin tarihsel arka planına baktığımızda, makinelerin, insana olan gereksinimi her geçen gün azaltması ve makineler geliştikçe başlarında da insana ihtiyaç duyulmaz oluşu, insanları hep ürpertmiş hatta teknoloji düşmanlığı doğurmuştur.
Oysa sanayi devriminin yaşandığı yıllardan bu yana, en azından 2000’lerin başına kadar görülmüştür ki; teknoloji bazı iş alanlarını ortadan kaldırmasına karşın yeni iş alanları yaratmıştır hep. İktisatçı Schumpeter bunu “yaratıcı yıkım” olarak tanımlar. Kapitalist gelişme, bu temel üzerinde sağlanabilmiştir. Üretim ve istihdam, değişime uygun olarak yeniden ve yeniden örgütlenebilmiştir.
Bu yüzden sibernetiğin önemli isimlerinden olan Norbet Wiener’in 1949’larda, otomasyonun istihdamda kapitalist sistemin üstesinden gelemeyeceği bozulmalara yol açacağı iddiası ve 1960 ile 1990’ların başındaki benzer iddialar itibar görmemiştir.
Peki ama 90’ların sonundan itibaren bu iddianın yeniden gündeme gelmesini sağlayan ne oldu?
Başta ABD olmak üzere İspanya ve diğer emperyalist ülkelerde yani teknolojik ilerlemenin en ileri olduğu ülkelerde işsizlik ve tüketim yetersizliği gibi sorunların çözümlenmesini, gözlerin bir kez daha otomasyona çevrilmesine neden oldu. Durumu anlamaya yönelik yapılan ve 2000-2010 arasını kapsayan araştırmalara göre ABD’de yeterli iş yaratılamamakta. Yeni iş imkanlarını doğuş hızı, geçmiş on yılların çok gerisinde kalmakta.
90’lardan sonra otomasyonun sıçramalı gelişim gösterdiği dikkate alınınca, şu sonuca ulaşılıyor: Otomasyon çok hızlı gelişmesine karşın, bunu karşılayacak yeni iş alanları yaratıcı sonuçlar doğurmuyor. Bunu biraz daha açmakta fayda var.
1980’lerde bilişim teknolojisinin gelişimi ile birlikte bilgisayarlar, muhasebe, büro işleri ve sanayide basit tekrara dayalı işlerin yapımını üstlenmeye başlamıştı. Bu durum, bu alanlarda istihdamın düşmesine neden oldu. Fakat bu sorun, 1) insanların daha çok tasarım ve yaratıcı tasarım gerektiren alanlara (hem de yeni teknolojiyi de yardımcıları kılarak) yönelmeleriyle 2) Birinciye oranla daha geniş -büyük iş-gücünün, hizmet sektörüne; yani basit tekrara dayanmadığı için otomatikleştirilmesi sağlanamamış olan alana yönelmesi ile aşıldı. Böylece teknolojik gelişim, üretim ve tüketim dengelenebildi.
Burada bir parantez açıp şunu da belirtelim. Bu, ücretlerdeki inanılmaz kötüleşme pahasına oldu. 1950-1980 arasında verimlilikle ücretler arasında birebir gelişim sağlandığı yani ikisinin de %100 arttığı görülür. Fakat otomasyonun yaygınlaşmaya başladığı 1980’den sonra, verimlilik hızla artarken ücretlerin neredeyse hiç artmadığı görülür. 1980-2010 arası verimlilik %154 artarken, ücretler %13 artmıştır. Parantezi burada kapatıp devam edelim.
1990’ların sonlarından itibaren ise, teknolojinin sadece basit ve rutin işleri devralmadığı görülüyor. İnsanın üretimde bulunduğu neredeyse her pozisyona talip oluyor. Hem yaratıcılık gerektiren hem de basit ama rutin olmayan sektörleri de hedefliyor.
Bankalar giderek daha fazla şubesizleşmeye, insansızlaşmaya yöneliyor. Günümüzde gelişen cep telefonları ve internet bankacılığının, banka şubelerine dolayısıyla çalışanlarına gerek bırakmadığı herkes tarafından görülüyor aslında.
Sadece bu alanda değil. Teknolojiye dayanarak saatte 360 hamburgeri müşterilerine sunabilen mağazalar var ABD’de. 1.8 milyon işçiyi çalıştıran McDonalds’ın bu teknolojiye geçtiğini düşünün. Japonya’da 200’ü aşkın şubesi olan bir restoran tamamıyla otomasyona geçmiş durumda. Sipariş alımı, servis, masa temizliği, ücret tahsilatı yani her şey otomasyon üzerine kurulur. Ve restoranda, müdüre dahi ihtiyaç duyulmuyor.
Perakende sektöründe de benzer bir gelişme var. Aklımıza gelecek tüm kişisel tüketim ürünleri dahil olmak üzere her şey internet ortamında alınıp satılabiliyor. Bu, başlarda herkesin bireysel uğraşı, yeni pazarlama alanı gibiydi. Ama zamanla Amazon, Ebay, Alibaba, Netflix gibi büyük internet mağazaları ortaya çıktı. Bu durum başta aynı iş ve istihdamın başka tarzda örgütlenmesi, merkezileşmesi olarak algılandı. Ama durum böyle değil. Devasa sanal mağazalar, devasa ambarlara sahipler. Ve bu ambarlardaki her işi robotlar aracılığıyla insansızlaştırıyorlar. Halen geleneksel çalışma tarzını sürdüren büyük mağazalar bile, örneğin ABD’li Walmart gibi, insansızlaşmaya yönelik adımlar atıyorlar. Örneğin kasiyeri gereksiz kılan cep telefonu ile ödeme gibi. Ki bu ve başka biçimler, Türkiye’deki çeşitli mağazalarda kullanılmaya başlandı.
Robotların küçük ölçekli işletmelerde de kullanılabilecek şekilde tasarlandığını görüyoruz. Böylece daha küçük sermayeye sahip işletmeler de yükleme, indirme, sıralama, paketleme, taşıma, etiketleme gibi işlerde robot kullanımına yöneliyor. Ve bu robotlar, çoklu ve karmaşık işleri yerine getirebilmeleri için yeniden ve yeniden kodlamaya, programlamaya ihtiyaç duymuyorlar.
Teknolojik gelişim, basit ama rutin olmayan alanları bu şekilde insansızlaştırdığı gibi; kendini bu gelişmelerden muaf zanneden kafa emeğine dayalı alanlara da göz dikmiş durumda. Robot artı “yapay zeka”, insanlığı ele mi geçirecek sorusunu sorduran da bu alanda görülen gelişmeler. Bu alanda neler oluyor?
Örneğin haber siteleri, yazılı basının yeni bir biçimi sanılıyordu. İnceleme, araştırma, yorum yazıları kağıtta değil de, dijital ortamda varolacak gözüyle bakılıyordu. Ama programcılık öyle bir boyuta vardı ki, internetteki verileri inceleyen, sınıflayan, analize tabi tutan ve hatta bunların ötesine geçip, yorumlayarak makale üretebilen yazılımlar mevcut. Ve yetkinleşiyorlar. Bu makaleler Forbes dahil birçok dergide yer buluyor.
Uluslar arası hukuk büroları, hukuk danışmanlığı için üretilmiş “yapay zeka”nın robotlarla somut davalar üzerine birlikte çalışıp savunma stratejileri üretiyorlar.
Finans kurumları, başta borsa işlemleri olmak üzere bir çok mali işlemlerde insandan daha çok bu yazılımların analiz ve kararlarına güvenerek işlemler yapmakta.
Raylı sistemlerde (basit ve rutin olduğu için) uzun yıllardır kullanılan otomatik pilot uygulaması; basit ama rutin bir akışa sahip olmayan karayolları için hayata geçiriliyor artık. Şoförsüz taşıtlar yaşamın bir parçası olma yolunda.
Belki de kendini en korunaklı alanda sayan doktorların geleceği dahi tartışma konusu oluyor artık. Cep telefonu üzerinden kan tahlilleri, göz muayeneleri ve ameliyathaneleri ele geçirmeye başlayan robotik cerrahi.
Tüm bunların ışığında yenilersek; bu güne kadar teknolojinin gelişimi ile kafa emeğine dayanan sektörlere ve ağırlıklı olarak hizmet sektörüne yönelmiş olan iş gücü, şimdi bu alanlardan da kovuluyor.
Böylece sanayi devriminden bu yana yaşanan, teknolojinin bazı işlevi devralırken yeni iş alanları ayartması şeklindeki denge bozuluyor. Şüphesiz bu, insan emeğinin üretimden tamamen dışlanacağı anlamına gelmiyor. İnsana olan ihtiyacın geçmiş yıllarla kıyaslanamayacak hızla azalmakta olduğu ve bunun sonucu olarak iş bulma, üretime dahil olma, kapitalist özel mülkiyet ilişkileri içinde yaşamını ikame ettirme zeminini kaybeden emekçilerin sayısının daha hızlı artacağı anlamına geliyor.
Üretim araçlarından arındırılan ve hayatta kalabilmek için emek-gücünü satmaktan başka hiç bir şeyi bırakılmayan insanlar; şimdi de emek-gücünü de satamayacakları bir döneme giriyorlar. Bu, yaşamdan kovulmaktır.
Burjuva entelektüelleri bu sürecin kendilerini, 1800’lerde tüm Avrupa’yı kasıp kavuran toplumsal başkaldırı ve ayaklanmalara adını yazdıran açlık ordusu ile karşı karşıya bırakacağını biliyorlar. Ve daha önemlisi, 1800’lerden farklı olarak, gelişen bu sürece dair çözüm önerisi dahi üretemiyorlar. Burjuva dünyanın gelecek tasavvuruna yansıtan filmlerde, romanlarda öngörülen tek ses var: Azınlık için inanılmaz güzel yaşam ama kitleler için felaket. Bir çözüm üretebilmesi de mümkün değil. Çünkü burjuvazinin karşısına dikilen, üretici güçlerin ulaştığı devas düzey ve daha önemlisi bu düzeyin ivmelenerek gelişmesi. Çünkü kapitalist özel mülkiyete, pazar ekonomisine, artı-değer sömürüsüne sadık- bağlı kalarak bu üretici güçlerle başedilmesi mümkün değil. Çözüm bulamadığı içinde, üretici güçlerin gelişimini baskılamaya çalışıyor -ama bu mümkün değil-, zor aygıtını yetkinleştiriyor, faşizmi gündeme getiriyor vs.
İnsanlığa tek çıkış yolu önerenler ise marksistler. Marksistler, bilim ve teknolojiden korkulmamasını; aksine daha fazla geliştirilip insan yaşamının tüm alanlarında daha etkin hale getirilmesini istiyorlar. Bu sayede bir yandan insanlığın tüm ihtiyaçlarının karşılanabileceği üretkenlik düzeyine ulaşılırken diğer yandan da bu üretkenlik için gerekli emek zamanını alabildiğine azalacağını söylüyorlar. Bunlar, sadece küçük bir azınlık için değil tüm insanlık için alabildiğine güzel hayat anlamına geliyor.
Bunun önünde duran tek engel, kapitalist özel mülkiyet ve bunu korumak için organize edilmiş devlet aygıtıdır. Yüzyıllık mücadele deneyimine sahip devrimci proletarya, tarihin en büyük yıkım gücüne sahip olan açlık ordusuna önderlik ederek bu engeli kaldıracağına kuşku yoktur. Çünkü insanlık her zaman ileriye doğru gider.
İ.Cevat Çetiner