Kapitalist sistem, tıpkı kölecilik ve feodalizmde olduğu gibi insanın sömürülmesine dayanır. Ve bu, ücretli kölelik biçimi altına gerçekleşir.
Üretim araçlarının sahipliğinden koparılmış ve böylece yapılan üretim ve bu üretimin sonucu elde edilen ürünler üzerinde söz hakkını kaybetmiş olan nüfusun ezici çoğunluğu, bir günlüğüne -haftalığına- aylığına kendini kapitaliste satmak, ücretli köle yani işçi olmak zorunda kalır.
İstemiyorsa kendini (kaslarının ve beyninin iş yapma yeteneğini) kapitaliste satmak zorunda değil, kimse bunu ona kafasına silah dayayarak yaptırmıyor diyenler çok çıkmıştır. Evet, görünürde bunu yapmama özgürlüğü vardır. Ama kendisi ve sevdikleri açlıkla yüz yüze gelmeyenler, bunun nasıl bir özgürlük olduğunu da anlayamazlar. İnsanı iş bulmak için yani ücretli köle olmak için kapı kapı dolaştırıp, boyun eğdiren bir özgürlük olduğunu hayal bile edemezler.
Anlaşılacağı üzere, kapitalizmde insanın köleleştirilmesinin dayanağı, üretim ve geçim araçlarının sahibinin kapitalistler olmasıdır. Kapitalistlere güç veren budur. Ve bu güce dayanarak, emek sömürüsü daha gizli, üstü örtülü ve daha vahşice gerçekleştirilir. Kapitalizmde insanın köleliğinin bu gizlenmişliğini kavrayamayanlar, işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarını peyderpey iyileştirerek yaşama kavuşabileceğini sanırlar.
Oysa, kapitalist üretim tarzı, işçi ve emekçilerin bırakalım sömürüden, kölelikten kurtulmasını; sömürülme oranını azaltacak, kapitalist sistemin ihtiyaç duyduğu sermaye birikimi ve sürekli büyüyen yeniden üretimini tehlikeye atacak her tür öneriyi, girişimi dahi dıştalar. Emekçiden yana en ufak bir talepte dahi, “ama ekonomi kötü etkilenir” diye ortalığı ayağa kaldırmalarının arkasındaki gerçek budur.
Onun doğası, ekonomik yasaları, sömürmeye, daha fazla sömürmeye ve daha fazla sömürmek için her türlü yola baş vurmaya dönüktür. Öyle ki işi Nazi kampları kurmaya, nükleer bombalar atmaya, kimyasal silahlara baş vurmaya, IŞİD gibi güruhları açıktan ya da dolaylı olarak desteklemeye, faşist darbeler düzenlemeye, dillerini-kültürlerini yasaklayarak ulusları yok etmeye kadar vardırır. Modern tarihin en acımasız eylemlerinin altına imza atanların kapitalist ülkeler ve kapitalizmin korunmasına hizmet edenlerin olması tesadüf değildir bu yüzden.
Marx’ın dediği gibi “mevcut maddi zenginliğin, emekçinin gelişme gereksinmelerini karşılayacak yerde, tam tersine, emekçinin, yalnızca mevut değerlerin kendisini genişletmesi gereksinmelerini karşılamak üzere var olduğu bir üretim tarzında da, durum bundan başka türlü olamaz.”
Kapitalizmde emekçilerin yeri bundan daha iyi nasıl tarif edilebilir ki. Evet, kapitalizmde, emekçilerin ürettikleri maddi zenginlikler, onları üreten emekçilerin gereksinmelerini, gelişimlerini, refahlarını ve yaşam kalitelerini yükseltmek için değildir. Kapitalist ülkelerde, ekonominin merkezinde insan daha doğru bir ifade ile nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler yer almaz. Kapitalist ekonominin yer aldığı ülkelerde, bir avuç kapitalistin maddi ve manevi sefası için gerekli olan maddi zenginliklerin üretimi için, sadece ve sadece bunun için emekçilere ihtiyaç duyulur. Kapitalizmde emekçinin yeri budur.
Emekçiler bu gerçeklikle her gün muhatap olurlar. Ve bilinçlice olmasa da, bu durumu dillendirirler aslında. Her emekçinin ağzından, “yaşamın her an ve her yandan üstüne üstüne geldiğine, hayat koşulları altında ezildiğine” dair sık sık duyduğumuz cümleler bu gerçekliğin oluşturduğu kendiliğinden bilincin dışa vurumundan başka bir şey değildir. Hayatın içinde kendini var edemediğinin, akıp giden hayatın içinde sürüklendiğinin yok sayıldığının farkındalığıdır bu. Çocukluğunu yaşayamadığında, gençliğini tadamadığında ve nihayetinde yaşlılığının zevkine eremediğinde ifadesini bulan, kendi yaşamına sahip olamama, ipleri kendi elinde tutamama halinin anlatımıdır. Bir umutla, bir gün kendini var edebileceğini sanan ama beşikten mezara kadar buna erişemeyen emekçinin, kapitalizm içindeki kaçınılmaz hikayesinin dile gelişidir.
Emekçilerin, var olan maddi zenginliklerden mahrum kalmalarına karşı dillendirdikleri itiraz, yükselttikleri homurdanma bugün dünden daha güçlü hale geldiği gibi, giderek daha da güçlenecek, daha bilinçli olacaktır. Çünkü bu saçma sapan duruma yol açan çelişki, üretimin giderek artan boyutları sayesinde maddi zenginliklerin hiç olmadığı kadar çoğalmasıyla daha fazla görünür hale gelerek insan aklının ve onurunun kabul etmeyeceği düzeye ulaşmıştır. Sorun, çözümünü dayatacağı olgunluğa erişmiştir. Ve bu yüzden, emekçilerin kendi yaşamlarına dair sorgulamaları, eninde sonunda özel mülkiyet düzeninin sorgulanmasına kadar varacaktır. Bu sorgulamayı yapan ve anlatanlara daha büyük bir ilgiyle kulak kabartacaklardır. Nesnellik bu yöndedir.
İzmir depreminden sonra yaşanan tartışmalarda, mikrofon uzatılan emekçilerden popüler bilim insanlarına kadar herkesten şu tür sözler duymamız bir tesadüf değildi bu yüzden:
“Deprem zenginlerin sorunu değildir. Onlar, çoktan sağlam evlere taşındılar. Deprem, yoksulların sorunudur. Halen, bir depremde binlerce insanın hayatını kaybedeceğini konuşuyorsak, bunun nedeni, yoksulların kaderce ya da bilinçsiz oldukları için çürük binalarda kalıyor oluşları değildir. Onların hali hazırda mevcut olan sağlam ve boş evlere taşınamıyor oluşudur.”
Kapitalizmde, emekçilerin, yaşamları söz konusu olduğunda dahi, mevcut maddi zenginliklere ulaşamayacakları öyle ayan beyan hale geldi ki, bu düzenin dayanağı olan orta katmanlar bile, deprem sonrası bu duruma yer yer isyan sesi yükseltmek zorunda hissettiler kendilerini. Yıkıntıların altından çıkan çocukların masum bakışları, İstanbul’da yüz binlerce boş konut olduğunu hatırlamalarına yani herkese yetecek kadar maddi zenginliğin olduğunu hatırlamalarına ve dil ucuyla da olsa bunu ifade etmelerine neden oldu. Ama kapitalist ekonominin mantığının, bu evlere emekçilerin yerleştirilmesine izin vermediğini gayet iyi bildikleri için, seslerini daha fazla yükseltmeden yutkunarak susmak zorunda kalanlar da yine onlar oldu.
Onlar, her gün gördükleri çürük binalarda oturan emekçilerin, bir gün bu binaların altında can vereceğini bilmelerinin yarattığı vicdan yarasının sızısını bastırarak günlük işlerine, kapitalist düzenin zorunluluğuna dair martavallar anlatmaya dönebilirler elbet. Çünkü bu düzenin nimetlerinden faydalanıyorlar.
Ama, kapitalizmin acımasızlığını yaşam ve ölüm sınırında yaşayan ve yaşadıkları deneyimlerle öğrenen emekçiler için aynı durum söz konusu değil. Çünkü emekçilerin, vicdanlarının ve deneyimlerinin söylediklerine sırtlarını dönmelerini sağlayacak bir seçenekleri, başka bir dünyaları yok. Bu yüzden, yaşanan her sarsıcı olay ve bu olaylar vesilesiyle yürütülen tüm tartışmalar, emekçilerin kapitalist düzeni daha köklü sorgulamalarına ve böylece bilinçlerinde ve yönelimlerinde değişimlere yol açıyor.
Tıpkı pandemi nedeniyle yürütülen, “ekonomi mi emekçilerin sağlığı mı” tartışmalarında; ya da ücretsiz maske ve ardından gelen aşı temini konusundaki tartışmakta olduğu gibi.
Tıpkı yurtdışında tedavisi mümkün olan, ama buna erişim olanağı bulunmayan ve bu yüzden ölen, ölecek olan emekçilerin, emekçi çocuklarının akıl almaz durumuna ilişkin tartışmalarda olduğu gibi.
Tıpkı maden çıkarımı veya HES projeleri nedeniyle emekçilerin ve emekçilerin yaşam alanlarının yok edilmesi nedeniyle yürütülen tartışmalarda olduğu gibi vb vb.
Evet, tüm bunlar ve irili ufaklı daha nice olay, emekçileri, inanılmaz boyutlara ulaşan maddi zenginliklerden neden kendi gelişimleri için yararlanamadıklarını sorgulamaya itiyor.
Sadece emekçiler değil, halkın acısını az çok kendi acısı olarak duyumsayan aydınlar, sol-sosyalist çevreler de aynı sorgulamayı yapıyor. Emekçilere çözüm önerileri sunuyorlar. Ama onlar, yaşanan tarihsel dönüşüm sürecinin köktenciliğini anlamadıkları için, getirdikleri öneriler de, yaşanan gerçeklik karşısında yumuşak ve orta yolcu olmanın ötesine geçemiyor. Bu nedenle emekçi sınıflara yarar değil zarar veriyorlar.
Oysa ki, “zamanın ruhu, eski sisteme amansız bir savaş ilan ettiğinde, yumuşamayı gerektirecek her türlü nedeni reddederek, aynı noktaya direşkenlikle, acımadan vurmak” gerekir.
Bugün bu nokta, iktidar sorundur. Emekçilerle maddi zenginlikler arasındaki engel, emekçilerin insanca yaşama kavuşmasının önündeki engel, iktidarların; ekonomik ve siyasi iktidarın kapitalistlerin elinde oluşudur. Kapitalistler, iktidar olma gücünü kullanarak emekçilerin maddi zenginlere ulaşmasını engelliyor. Öyleyse emekçiler dikkatlerini, enerjilerini her zamankinden daha fazla bu noktaya yöneltmelidir. Devrimci, komünist işçiler ise, iktidarın nasıl alınabileceğini her zamankinden daha net, açık ve ikirciklik yaratmayacak biçimde açıklamalıdır emekçilere. Emekçileri her vesileyle toplumsal devrime ve bunun için genel halk ayaklanmasına hazırlanmaya davet etmelidir.
İ.Cevat Çetiner