Bugünlerde herkesi bir sokak heyecanı sardı ki sormayın gitsin. Kimisi sokağa çıkmaktan bahsediyor, kimisi tehlikelerinden, kimisi de sokakta olmanın anlamından bahsediyor.
Öncelikle sokakların bu kadar popüler olmasının ne anlama geldiğini tespit etmek gerekir. Eğer AKP'sinden, 12 Eylül'le birlikte kulübesine gönderilmiş olan MHP'sine, CHP'sinden ortalama soluna kadar herkeste bir sokak edebiyatı ortaya çıkmışsa, bu devlet mekanizmasının çöktüğünün anlatımıdır en başta. Burjuva düzenin olağan işleyişini sürdüremediğinin işaretidir. Çöken kimi aklı evvellerin sandığı gibi bir parlamento ve hukuk sistemi değildir sadece. Esas olarak çöken burjuva düzen ve onun yönetim, örgütlenme aracı olan devlettir. Devlet denilince ilk anlaşılması gereken ise bürokrasi ve onun en önemli ayağı olan silahlı (asker, polis) bürokrasisidir.
Durum böyle olduğu içindir ki, sermaye içindeki hesaplaşmalar da, kavgalar da sokağa taşınmaktadır. Öyle ki, devlet gücünü elinde bulunduran sermaye kesimi ve onun hükümet partisi bile kamu düzenini sağlamak için 15 Temmuz üzerinden kitleleri mobilize edip, sokaklara hakim olmaya çalışmaktadır. Kılıçdaroğlu dahi “Sokaksa, evet sonuna kadar sokak” diyerek, madem meseleler sokakta çözülecek işte biz de sokaktayız” demektedir. Ve hatta reformistler bile gözlerini sokaklara dikmiş, “Şimdi tam zamanı, sokağa bir çıksak ne ödünler koparabiliriz” diye iç geçirmektedir.
Yani tüm sınıflar, katmanlar ve onların siyasal temsilcileri, siyasal toplumsal sürece müdahalede bulunmak için tek çıkar yolun sokaklarda olmak olduğunu anlamış durumdalar.
Öyleyse soru şudur: Devrim ve demokrasi güçleri ne yapmalıdır? Hiç şüphe yok ki, sokaklarda olmalı, sokakları egemenlikleri altına almaya çalışmalı ve bunun için sokakları boş bırakmamalıdır. Ama bunu demek herkesin kendini sokağa attığı bir zamanda bir şey dememektir asıl olarak. Çünkü böyle zamanlarda eylem yetmez, sokaklarda kitleleri kendi bayrakları altında toplanmaya çağıran bu kadar çok siyasal akımın olduğu yerde, emekçi sınıflar ve örgütlü güçlerinin şöyle dediği duyulur: “Peki ama niçin sizin bayrağınız altında toplanalım? Siz vaadinizi nasıl gerçekleştireceksiniz?”
Kimi aklı evveller, “Yaşanan mağduriyetleri, adaletsizlikleri, gösterebilmek, zulmü gösterebilmek, bunları duyurabilmek, tüm bunları protesto etmek için yanımıza gelin, sokağa çıkalım” diyorlar. En büyük toplumsal olaylarda bile (somut, elle tutulur, kazanımlar elde etme reformist anlayışı ile) en kıytırık talepleri ileri sürme becerisine sahip ortalama sol, “Evet, bunlar için sokak” diyor. Büyük bir gururla! Hatta emekçi sınıflarda bunlara karşı mücadele bilinci ve cesareti olmadığını sanarak, OHAL'i, KHK'leri, AKP-MHP blokunu çözülmesi esas olan bir mücadele örgütlemeye girişiyorlar.
Oysa ki, emekçi sınıflar şöyle diyor: “Bizim zaten yaşadığımız sınırsız iletişim kanalıyla öğrendiğimiz şeyleri bize anlatmayın. Bu burjuvazinin çeşitli partilerinin hepinizden daha iyi yaptığı şeyleri yapmaya çalışmakla, kendinizi boşuna meşgul ediyorsunuz. Biz, bir çok koldan bunlara karşı da duruyoruz. Sendikalarımızı, meslek örgütlerimizi harekete geçiriyor, burjuva partilere baskı yapıyoruz. Ama meselenin OHAL ve üç beş KHK olmadığının da farkındayız. Tıpkı Gezi'de meselenin üç-beş ağaç olmadığını bildiğimiz gibi. Dolayısıyla siz asıl görevinizden kaçıyorsunuz. 1 Mayıs'larda Taksim'e çıkmış, Gezi ve Ekim ayaklanmasını yaşamış ve CHP'yi sokaklara iteklemiş olan bizleri hor görmeyiniz. Bize gerçekten güvenin, görmüyor musunuz, bize bunlar yetmiyor. Biz günlük kazanımlar lapasıyla yetinecek çocuklar değiliz. Uzun yıllardır verdiğimiz mücadele ve yarattığımız ayaklanma deneyimleriyle, çocukluk dönemini geride bırakalı çok oldu. Görmüyor musunuz? Biz kendi deneyimlerimizle asla ulaşamayacağımız bilgiyi sizden istiyoruz. İktidarı nasıl alaşağı edeceğimizin yolunu gösterin bize. Gezi'de yarım kalanın nasıl tamamlanacağına dair bir yol, bir program sunun bize.”
Bunu nereden mi biliyoruz? Bir, kitlelerin içinde olan ve onların devrimci duygularını anlamaya çalışan herkes, emekçi sınıfların bu talebini görüyor. İki; emekçi sınıfların ve özgürlük savunucularının basına yansıyan seslerini devrimci bilinçle okuyan herkes bu talebi fark ediyor. Üç; 16 Nisan akşamı, emekçi sınıfları ve kitleleri saran bir ayaklanma havası olduğunu sokağa çıkan herkes gördü ve dillendirdi. Hiç şüphe yok ki, bu ayaklanma havası da, bu ayaklanmanın gerçekleşmemiş olması da yukarıda kısaca özetlediğimiz bilinç ve ruh halinin bir ürünüydü.
Kimi uyanık parlamentarizm aşıkları ise, bu durumu anlamışa benziyor. Emekçi sınıf hareketinde çok güçlü sokak eğilimi olmasının yanında köklü, radikal, devrimci sonuçlara ulaşma arzusunun da olduğunu görüyorlar. Bunun parlamentarizmin, toplumsal reformculuğun, ilerlemeci gelişim anlayışın mahkum edilmesi olduğunu anlamış ve çok rahatsız olmuşlar. Parlamentarizmin yılmaz savunucusu ve tüm parlamentaristlere kucak açan Evrensel gazetesinde Nuray Sancar, bakın bu rahatsızlıkları nasıl ifade ediyor.
“Her şeye muktedir olduğu sanılan sokak mücadelesindeki zamansız karşılaşmalar, buradan verilen hazırlıksız yanıtlar o mücadelenin tökezlemesine davetiye çıkarır.”
Bu uslanmaz sosyal reformist anlayış, ayaklanma yönelimine girmiş güçleri açıkça korkutmaya, yenilgi ile tehdit etmeye çalışıyor. “Sokağın her şeye muktedir olduğunu sanmayın” diyerek sokağı, ayaklanmayı değersizleştirmeye çalışıyor kendilerince. Ama bununla da yetinmiyorlar. Olur da yarattıkları korku duvarı aşılır ve sokaklara çıkılırsa diye, halkın devrimci enerjisini yeniden parlamentonun karanlık lobilerine çekip yok etmeye yönelik akıl da veriyorlar. Sokak mücadelesinin hedefi, egemen sınıfları yeni bir toplumsal sözleşmeye, anayasaya zorlamak olmalıymış!
Gözünü sokağa dikmiş ve öncü bildiklerinden program, yol, yöntem öğrenmek isteyen emekçi sınıf hareketine, “Bu sömürü düzenini ortadan kaldırmayı hedefleyecek kadar ileri gitmeyin. Burjuvaziyle uzlaşma içinde yeni bir anayasa neyinize yetmiyor!” Ya da onların diliyle söylersek; “Mümkün, olanaklı gerçekçi, elle tutulur olan budur. Daha büyük hayaller kurmayın.”
Bu parlamentarizm aşıklarına kalsa ne yüzbinler 1 Mayıs'ta Taksim'e çıkabilir, ne Gezi olur, ne de Ekim ayaklanması ve sonrasında Rojava'nın temelleri sağlamlaştırılabilirdi.
Sorduğumuz soruya geri dönelim. Devrim ve demokrasi güçleri ne yapmalıdır? Birinci olarak, emekçi sınıflara ve tüm demokrasi güçlerine, gerçek, uğrunda mücadele edip gerekirse uğrunda bedel ödemeyi hak edecek bir hedef, bir program sunmalıdır. Bu program ancak ve ancak bütün iktidarın emeğin olmasını, ulusların kendi kaderini tayin hakkını ve zindanların yıkılıp tutsakların özgürleştirilmesini amaçlarsa, bu niteliktedir. İkinci olarak, bu programı açıklamak ve uğruna kavgaya çağırmak yetmez. Emekçiler bu programı hangi gücün, iradenin, örgütlenmenin hayata geçireceğini bilmek ister. Yani arkasında dövüşecekleri somut bir oluşum, yapı görmek isterler. Dolayısıyla halka, bir program doğrultusunda savaşı yönetecek ve zaferden sonra demokratik halk iktidarını kurup halkın onayına sunacak geçici devrim hükümeti ilan edilmelidir. Devrimci siyasal hareketlerin tarihsel birikiminden öğrendik ki, cephe bunu karşılamaz. Cephe olsa olsa, Geçici Devrim Hükümetinin savaşı yönetme aracı olabilir. Toplumun devrim ve demokrasiden yana olan en geniş kesiminin birleşmesini, gerici, faşist burjuva hükümet karşısında demokrasi ve özgürlükten yana olduğunu programla ortaya koyan geçici devrim hükümeti sağlayabilir. Tüm devrim deneyimlerini (ister toplumsal kurtuluş, ister ulusal kurtuluş olsun) inceleyenler Rojava devrimine baksınlar, toplumun en geniş devrimci demokratik ittifakının geçici devrim hükümeti ile sağlanabildiğini görecektir.
İ.Cevat Çetiner