IV- Uzlaşma Çabaları
“Adana Mutabakatı” ve KÖH lideri Öcalan'ın tutsak edilmesinden sonra çok geçmeden BAAS iktidarında önemli bir değişiklik oldu. Baba Hafız Esad öldü, yerine oğlu Beşar Esad geçti.
Beşar Esad'ın yüzü, yönetime gelişinin ilk yıllarında, hep “Batı”ya yani emperyalist devletlere dönük oldu. İlk dış gezilerinden birinin Moskova'ya değil, 2002'de Londra'ya yapılmış olması da buna işaret ediyor. Erdoğan ve dinci faşist iktidarla ilişkileri ise, 2008'de birlikte tatil yapacak kadar ileri gitmişti. Esad, aynı zaman diliminde önce Fransa'ya, ardından Moskova'ya gidecekti.
BAAS iktidarının bu politikasındaki değişimin arkasında, çeşitli yollardan sermaye biriktirip gittikçe palazlanan burjuva sınıfın olduğundan kuşku yok. Çünkü sermaye sınıfı ancak emperyalist sermaye ile ilişki içinde gelişip egemenliğini pekiştirebilirdi. Esad'ın “liberal iktisat politikaları”na yönelmesi, ülke topraklarını emperyalist sermayeye açması da bunun sonucuydu. Bu politikalar Suriye işçi sınıfı ve emekçilerinde derin bir yoksullaşmaya yol açtı. Sermayenin biriktiği yerde yoksulluğun da birikmesi kaçınılmazdı.
2011'de başlayan savaşın ABD-Fransa-Britanya-NATO ve Ortadoğu'daki (Batı Asya) gerici Arap devletleri ile Türkiye tarafından örgütlenmiş karşı devrimci bir savaş olduğundan kuşku yok. Ancak bu ne kadar gerçek bir olgu ise, sahaya sürülen dinci faşist çetelerin Suriye'de belli bir kitle desteği buldukları da bir gerçektir. Emperyalist ülkelerin, gerici Arap ülkelerinin ve Türkiye'nin istihbarat servislerinin dünyanın dört bir tarafından topladıkları dinci faşist çetelerin varlığını unutmadan, bu çetelerin Suriye'nin çeşitli bölgelerinde az çok bir kitle desteği bulduklarını söylemek yanlış değil. İdlib, Hama, Humus, dinci faşist çetelerin kitle desteği buldukları yerlerin başında geliyor. Bu desteği din-mezhep ayrımından kaynaklandığını açıklamak işin kolayına gitmektir. Böyle bir ayrımın etkisi olmakla birlikte işin esası, yokluk, yoksulluk, sömürü, devletteki bozulma vb. etkenlere duyulan tepkidir.
Bu kitle desteğinin arkasında Türkiye istihbarat servislerinin her türlü desteğini arkasına alan “Müslüman Kardeşler” çetesinin Suriye'de on yıllar süren faaliyetinin etkisi olduğunu da biliyoruz. 1982'de Hama ve Humus'ta gerçekleştirilen karşı devrimci ayaklanmalar; 1986'da Şam'da onlarca kişinin ölümüne yol açan bombalama eylemleri bu çetelerin faaliyetlerinin sonuçlarından bazılarıdır.
ABD-NATO ve diğer emperyalistler, gerici Arap devletleri ve Türkiye, 2011'de karşı devrimci bir savaş örgütlerken, işte bu temele dayanıyorlardı. Şunu rahatlıkla ileri sürebiliriz: Esad, 2008 Ağustos'unda Erdoğan ile aile tatili yaparken Türk istihbarat servisleri, üç yıl sonra kanlı bir savaş için sahaya sürülecek dinci faşist çeteleri hazırlıyorlardı. 2011 kanlı karşı-devrimci savaşı bir günde hazırlanmış değil. Aynı şekilde her yerde pıtrak gibi ortaya çıkan silahlı ve iyi örgütlenmiş dinci faşist çeteler bir ay ya da bir yılda bu savaş kapasitesini edinmiş değiller. Böyle bir organizasyon için az çok uzun bir sürenin gerektiği açık.
Emperyalistler, Esad ve yönetimine tam ilhakı dayatarak, boyun eğip teslim olmasını istediler. Esad ve yönetimin temel kadroları bunu reddettiler ve savaşarak emperyalist planlara karşı koyma yolunu seçtiler. Bu, Suriye işçi sınıfı, komünist güçleri ve emekçi sınıfları tarafından izlenmesi gereken bir yoldu; izlendi de. Ancak komünistler ve işçi sınıfı emperyalistlere, dinci faşistlere karşı savaşa girerken, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını burjuva sınıfın çıkarları içinde eritmeden bu politikalarını hayata geçirmekle yükümlüler. Aynı ayrım çizgisi, dünya komünist partileri ve devrimci güçleri için de geçerlidir. Komünistler, bu savaşta Suriye burjuvazisi karşısında, proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını koruyarak ve kendi güçlerine dayanarak yer alabilirlerdi. Tıpkı Bolşeviklerin Kornilov'a karşı savaşırken, aynı düşmana karşı savaşan Kerensky güçlerinden ayrı bir şekilde hareket ederek proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını korumaları gibi.
Burjuva toplumda “kişisel çıkar”, aynı anlama gelmek üzere “özel çıkar” bir ilkedir. Her burjuva önce kendi özel çıkarının peşine koşar ve her koşulda bu çıkarların gerçekleşmesi için çalışır. Savaş koşullarında bu durum değişmez ya da bir burjuva “yurdu” için kişisel çıkarını feda etmez. Aksine, bir burjuva savaşın çıkaracağı koşullardan en üst düzeyde yararlanmaya bakar. Suriye'de uzun yıllar süren savaş boyunca burjuvazi bu ilkeden şaşmadı. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler bizzat burjuva sınıf tarafından yoğun biçimde sömürüldü; açlık ve yoksulluk içinde bırakıldı. Savaşın maddi ve moral yükünü burjuva sınıf değil, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul kitleler çekti. Uzun yıllar süren savaşta işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin maddi yıkımı, savaş yorgunluğu ve moral düşüklüğünün kitlerle sıkı bağ içindeki erleri etkilememesi düşünülemezdi. Ordu dahil devletin üst bürokrasisinde yer alan kimi kadroların burjuva sınıfla ilişkileri, bu kesimdeki çürüme ve yozlaşmaya duyulan tepki ordunun savaşma istek, arzu ve iradesini kırmıştı.
Savaşmak istemeyen bir orduya kimse yardım edemez. Bu anlamda, Rusya ve/veya İran'ın “Suriye'yi sattığı” iddiası kasıtlı bir yalan değilse, derinlerde yatan “Rus düşmanlığı”nın sonucu olabilir ancak. Ne Rusya'nın ne de İran'ın Suriye'yi pazarlık konusu yapmakta ya da “satmakta” hiçbir çıkarları yoktu. Aksine, Suriye'nin siyonist İsrail ile Türkiye'nin, dolayısıyla ABD, NATO ve diğer emperyalistlerin avuçları içine düşmesinden en zararlı çıkan işte bu iki devlettir. Ama bir kez daha yinelemek durumundayız: Savaşmak istemeyen bir orduya kimse yardım edemez; buna Rusya ve İran dahil.
Kuşkusuz, Suriye'nin yıkılmasıyla ortaya çıkan tablodan en büyük zararı, Filistin, Lübnan, Hizbullah, Rusya ve İran ile Kürt halkı gördü. Ancak, süreç bitmek bir yana henüz yeni başlıyor.
Devam Edecek...