Dinci faşist iktidarın ve elbette faşist devletin “normalleşiyoruz-yumuşuyoruz” demagojisi eşliğinde ilk adımını attıkları, arkasını da getireceklerini açıkça ilan ettikleri “kayyum politikası” yeni süreçlere gebe.

Önce şunun altını çizelim: çok kısa ömürlü de olsa, dinci faşist iktidarın “normalleşme-yumuşama” üzerine yaptığı demagoji, “barış ve toplumsal uzlaşma, diyalog, Kürdistan sorununda siyasi çözüm” umuduyla yatıp kalkanları bir hayli umutlandırmıştı.

Dinci faşist yönetim ve faşist devlet cephesinde kazın ayağının öyle olmadığını anlamaları için çok beklemeleri gerekmedi. Şunun şurasında yerel seçimlerin üzerinden üç ay gibi bir süre dahi geçmeden, “yumuşama-normalleşme” demagojisinin Kürt-Türk halklarının, iki ülke işçi sınıfının mücadele birliğini bozmaya, ortadan kaldırmaya yönelik bir politika olduğu anlaşıldı. CHP'ye, diğer burjuva muhalefet partilerine; hatta Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerine havuç uzatılırken, Kürdistan işçi sınıfına, ezilen Kürt halkına ise sopa politikasının hazırlıkları yapılıyordu.

Elbette, dinci faşist yönetimin, faşist devletin planları tutmadı. Öncelikle özgürlük hakkı için savaşan Kürt halkının mücadelesi, faşizme baş eğmeyen mücadelesi bu planları bozdu. Dinci faşist iktidar, Kürdistan halklarından, Kürt halkından böyle bir hareket beklediği için, Colemêrg (Hakkari) belediyesine kayyum atamadan önce hazırlıklara başlamıştı. Atamayla birlikte büyük eylemler beklediği dokuz Kürdistan ilinde ve bazı Türkiye illerinde “eylem yasağı” ilan etti.

İlan edilen “eylem yasağı”, faşizmin ayağına sıktığı kurşun oldu. Çünkü, iki ülkenin emekçi halkları, devrimci demokratik güçleri eylem yasağını çiğneyerek sokaklara aktılar. Dinci faşist iktidarın verili koşullarda yapabileceği şeyler sınırlıydı. Eylem yasağının ilan edildiği bütün illerde sokaklara inildi ve faşizmin tehdit ve yasaklarının halkları durduramadığı bir kez daha ortaya çıktı.

Bu, dinci iktidara, faşist devlete; haliyle burjuva sınıf egemenliğine karşı bir meydan okumaydı. Bu meydan okuma bir günde ortaya çıkmadı. İki ülkenin işçi sınıfı, emekçi halkları, devrimci-demokrat güçleri elli yılı aşan bir zamandır faşizme, faşist devlete, burjuva sınıf egemenliğine karşı bir meydan okuma halinde.

Emperyalistlerin de desteği ile, faşist devlet ve gelmiş geçmiş tüm yönetimler, bu meydan okumayı, bu hareketi bastırmak için ellerinden geleni yaptılar. Şiddetli iç savaş biçiminde geçen bütün bir 90'lı yılları; ondan önceki askeri faşist diktatörlük dönemini, boydan boya faşist baskı ve terörle geçen iki binli yılları biliyoruz. Bütün bu kısa, hızlı akan tarih boyunca iki ülkenin emekçi halkları, işçi sınıfları faşizme ve burjuva iktidarlara karşı savaşımı bir gün bile elden bırakmadılar.

Bu, Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin gücüdür. Bu devrimin derinlere kök saldığının, sağlam, sarsılmaz köklere sahip olduğunun kanıtıdır. İki ülkenin birleşik devrimi her fırsatta, faşist yönetimlerin her saldırısında dev gövdesini ortaya çıkararak “ben buradayım” diyor. Colemêrg belediyesine kayyum ataması da aynı rolü oynadı. Dinci faşist iktidar, bu atamayla Kürt halkı üzerinde baskı oluşturmayı amaçlarken tersi bir sonuçla karşılaştı. Kürt halkı, Türkiye emekçi sınıflarıyla, devrimci-demokrat güçleriyle birlikte, yasaklara rağmen ve yasakları çiğneyerek sokaklara aktı.

Bir serhıldana evrilip evrilmeyeceği henüz belli olmayan; bununla birlikte böyle bir dönüşüm için gerekli enerji ve bilincin tüm potansiyelini taşıyan hareketi, salt RTE ve şürekasına, dinci faşist yönetime karşı bir hareketten ibaret görmek son derece yanıltıcıdır. Mevcut hareket, elbette güncel olarak dinci faşist iktidara karşı bir mücadele olarak ortaya çıkmıştır. Ama, hareketin gerçek kökenlerine, sonal nedenlerine kadar gittiğimizde, bunun RTE ve yönetimine karşıtlıkla sınırlı bir hareket olmadığını görürüz. Bugün için Colemêrg kayyumu somutunda ifadesini bulan hareket, gelecekte başka bir olayın somutunda karşımıza çıkacak.

Sürekliliği ve bunun gerçek, sonal nedenlerini görmek; buna uygun hareket etmek önemli. Dün başlayan değil, öncesi bir yana, elli yıldır süren, büyük bir cesaret, kahramanlık örnekleri, kan ve can bedeli ödenerek süren bir harekettir söz konusu olan. Böyle bir süreklilik, ancak ezilen, kölelik altında tutulan bir halkın kesin ve tam kurtuluş kararlılığıyla; özgür ve eşit olma özlemi ve isteği ile; kısacası bir devrim tutkusuyla açıklanabilir.

Kürdistan işçi ve emekçilerinin, yoksul köylülerinin disiplinli bir ordu gibi, kendilerine yönelik her saldırıya sokaklara akarak yanıt vermesini sadece AKP-MHP yönetimi karşıtlığıyla açıklamak, bilinçli yapılmıyorsa bile, tam bir dar görüşlülük sonucu olabilir ancak. Kürt halkı, sokağa çıkarken, faşizme karşı mücadele ettiğinin bilinciyle hareket ediyor. Bunun güncelde AKP-MHP yönetimine karşı bir görünüm kazanmış olmasının önemi yok. Bugün için sermaye sınıfının bu yönetimi, gelecekte başka bir yönetimi olsun, Kürt halkı, tam hak eşitliğini, özgürlük hakkını elde edene kadar mücadele etmeye devam edecektir. On yıllarca süren mücadeleden çıkarılması gereken en önemli sonuç budur.

Tam da bu nedenle, Kürt halk hareketinin, onunla birlikte Türkiye işçi sınıfı, emekçileri, yoksul halklarının hareketinin politik hedefi dinci faşist iktidarın “kayyum politikası”na karşı olmakla sınırlandırılamaz. Böyle bir hareketin politik hedefi, faşist devleti, onunla birlikte sermayenin sınıf egemenliğini yıkmaktır. Dinci faşist iktidarın, ne anlama geldiği belirsiz “geriletilmesi” değil, ama yıkılması için verilecek mücadele, işaret ettiğimiz büyük politik hedefin ancak bir giriş adımı olabilir.

Kürt halkı ve onunla birlikte Türkiye işçi sınıfı, emekçileri, yoksul kitleleri faşizme ve onun maddi temeline karşı savaşıyorlar.