“Sandıkla Gitmeyecekler”

16 Nisan referandumunun, devrimci kitleler açısından anlamını, işte bu belirginleşmeye başlayan yeni durumda aramak gerekir. Kürt halkında egemen olan duyguyu Ertuğrul Kürkçü şöyle ifade ediyordu: “Kürdistan’da halk lanet olsun noktasında.

Genel oyun hiçbir şeyi değiştirmeyeceğine inanıyorlar.” Kürt halkı, kanaat ve duygularında kesinlikle yalnız değildir. Türkiyeli emekçilerin çoğu da, sonuçların hileyle belirleneceğinden emindiler. Buna rağmen çoğunluk, boykotun lafını bile duymak istemiyordu, fakat öte yandan, Leninist Parti’nin yürüttüğü “Mecbur Değiliz” ve “Sandıkla gitmeyecekler”, kampanyasına büyük bir ilgiyle yaklaştılar.

Leninist Parti, o güne dek boykot şiarını, nefret edilen hükümeti sandık yoluyla cezalandırmak gibi, anayasal boş inanç ve hayallere karşı mücadele için; ayrıca, uzun iç savaşın seyri içinde gericiliğe karşı kesintisiz bir saldırı konumunda bulunan kitle hareketini desteklemek, onu genel bir saldırıya dönüştürmek amacıyla, öne sürmüştü. Gelinen aşamada ise, şu rahatlıkla görülebiliyordu: Devrimci yığınlar ve onlara yakın duran yarı-aydınlanmış geniş kalabalıklar içinde, seçimler yoluyla hükümeti cezalandırmanın yolunun kapandığı inancı kök salmaya başlamıştır.

Emekçi yığınlar, nihai kapışmaya girebilmek için ihtiyaç duydukları moral üstünlüğü, sahip oldukları birliğin ve ittifaklarının gücünü, sokakta olduğu kadar sandıklarda da test etmek isteyenlerle doluydu. İleri bilinçli kesim, tutarlı ve inatçı bir boykot tutumuna sahipti, fakat, moral üstünlük için sandık testine ihtiyaç duyan bu yarı-aydınlanmış kesimin elini bırakmak istemiyordu. Leninist parti, her iki kesimi bir arada tutacak şiarı “Sandıkla Gitmeyecekler, Şimdi Devrim Zamanı” olarak belirlemişti. 16 Nisan referandumunun seli gidip, geriye kumu kalınca, devrimci kitlelerin kafasındaki kanaat şuydu: Sandıkla Gitmeyecekler!

Boykot lafını duymak istemeyen kalabalık bir kesim, anayasal boş hayallere prim vermeksizin, Gezi’de sağlanan birliği yeniden tesis edip koruma çabası içindeydiler. Dinci-faşizmin amansız baskılama, oluk oluk akan kan karşısında, onları diri ve umut dolu tutan buydu. İktidar, hayır oyu verenleri, bunun için çalışanları, terörizmle, silahla korkutuyordu. “Hayır” oyu için çalışanlar, pek çok yerde kendi komitelerini kurdular. Burjuva muhalefetin zavallı nutuklarına maruz kalmamak için, onların mitinglerde zorunlu devlet mitingi biçiminde, taşıma gruplarla yapabildiler. Amed’de RTE öyle cılız bir kalabalık görmüştü ki, kürsüye çıkmamış ve çevre illerden alelacele taşınan grupların karşısına, dört saat gecikmeyle çıkabilmişti.

Ve beklenen gün gelip çattı. Yığınların sezinlediği, Leninist Partinin açık biçimde dile getirdiği ne varsa, gerçekleşti. Bu kez hileler, çuvala sığmayan mızrak boyutundaydı. Aynı gece sokaklar doldu. Beşiktaş, Kadıköy gibi merkezi semtlerde toplananlar, Gezi günlerinin kalabalığını aratmıyordu. Gösteriler sürdü. İstanbul'un her yerine sıçradı, diğer kentlerde ortaya çıktı. Ancak, kitlelerin öfkeli eylemine el koyanlar, hayır oylarını geri istiyorlardı. Ve her zaman olduğu gibi, devrimci yığınlar, bu denli ıvır zıvır bir talep için, hareketi uzun süre taşımadı. Halk bu düzeyi çoktan aşıp geçmişti; aradıkları şey, yüksek bir amaç, yüksek bir görev belirleyen, dinci-faşizmle sonuç alıcı bir mücadeleyi vaat eden bir hareketti.

İşte, Kılıçdaroğlu’nun Ankara’dan İstanbul’a süren “Adalet” yürüyüşüne, herkesi şaşırtan kitlesel ilgi, canlı sezgiye dayalı bu bilinç ve kanaate dayanıyordu. Canlı sezgiyle, sınıfın ideolojik kavrayışı arasındaki uçurumu henüz aşamayan kitleler, “adalet” sloganında, aradıkları yüksek amaç ve görevi bulduklarına inandılar. Yürüyüşü bir kapışma ve boy ölçüşmeye çeviren, bizzat dinci-faşizm oldu. Yürüyüşe deste verenleri teröristlikle suçladı, faşist lümpen çete liderleri, oluk oluk kan içmekten dem vurup, ağır silahlı resimleriyle tehditlerine ciddiyet havası vermekten çekinmediler.

Bu bir hesaplaşma çağrısıydı ve devrimci sınıfları, geniş emekçi kesimleri kışkırtmaya yetti. CHP örgütü, Maltepe’ye en fazla 400 bin insan bekliyordu, bunun on katı kalabalık ya miting meydanında, ya otobüsleri yasaklayan belediye yüzünden, alanın yakınlarındaydı. Toplananlar içinde zindanları basıp tutsakları özgürleştirmekten sözedenler hiç de az değildi, ama kürsüye çıkan Kılıçdaroğlu’nun konuşması, tüm öfke, kararlılık ve hevesleri kaçırmaya yetti. Bu çapsız, kırık dökük mavalları, sanki tüm yaşamı kökünden değiştirecekmiş gibi sunan bir dar kafalı ve partisi için mi kan dökülecekti? Bir kez daha kitleler, artık görmeye alıştığımız reflekse girdi. Ani bir sıçramayla değişen ruh halinin kazandırdığı coşku ve kararlılıkla sokaklara çıkıyor, sonuç alıcı bir kapışma için onlara rehberlik edecek şiarları ve öncü güçleri arıyor, bulamadıklarında aynı hızla ortadan kayboluyorlardı. Kaybolduklarında, umutsuzluğa kapılmıyorlar, umutsuzluğun dinci-faşizme teslimiyet anlamına geldiğini biliyorlardı. Bulundukları politik konumu, yani nefret ettikleri dinci-faşizm karşısındaki saflarını terk etmiyorlar, fırsatını bulduğunda her platformda bu konumlarını dile getiriyorlardı. Sonuç, herkesin diline pelesenk olan “aşırı kutuplaşma” olgusuydu. Mesela, Beşiktaş-Konya futbol maçında, dinci-faşistler “PKK dışarı” diye böğürdükleri zaman, hiç düşünmeden cevabı yapıştırıyorlardı: IŞİD dışarı!

Yıllardır biriken şovenist zehrin en etkili mekanlarının, stadyumlar olduğu hesaba katılırsa, bu manzaranın benzersiz değeri daha iyi kavranır.

Bu derece aşırı kutuplaşma, toplumun mevcut haliyle birliğini daha fazla koruyamayacağı inancı yaygın ve köklü ise mümkündür. Bu koşullar altında, sıradan hayatlarını sürdüren partisiz yığınlar, gelecek planlarından vazgeçme eğilimi gösterirler. O yüzden, üniversiteyi kazananların yarısı kayıt yaptırmıyor, imam-hatiplere zorunlu olarak gitmeyi reddeden liseli nüfusun çoğunluğu, açık liseleri tercih ediyordu. Çocuklarının geleceğini planlamaktan vazgeçen bir toplum, nihai kapışmayı ve sonuçlarını bekleyen bir toplumdur.

Bu ruh hali, “yeni bir Gezi”nin bir yerlerden bu şekilde patlayacağına dair yaygın kanaate işaret ediyordu. CHP’nin Adalet Kurultayı için Çanakkale’ye çadırlar kuran onbinler, gece-gündüz süren tartışmalarla, seçimlerde boykot tutumunda tam birlik sağlıyordu. Yaz aylarında, bir anda beş kente yayılan, on binlerin katıldığı Saya işçilerinin grevleri; Adıyaman-Malatya tütün emekçilerinin, “Hükümet İstifa” haykırışlarıyla valilik binasını kuşatmaya girişmeleri, yeni bir Gezi’nin ihtiyaç duyduğu ne varsa bir araya toplanmaya başladığının parça parça kanıtlarıydı: zora dayalı bir hesaplamanın kaçınılmazlığı; çelişkilerin derinliği ve yaygınlığı sayesinde hareketin bütüne etki eden havası; ve bu hareketin daha işe başlarken, doğrudan hükümeti devirmeye odaklanacak oluşu.

Tüm bu eğilimleri hızlandıracak “rejisör”, sahne almaya başlamıştı: Ekonomik krizin yıkım dalgası. Servet sahipleri, Alman DerSpiegel’in 02 sayısına kapak olan “iç savaşa ve harekete sürüklenen Türkiye”yi terki diyar ediyorlardı. Şirketler iflas erteleme için bankaların önünde uzun kuyruklara giriyordu. Dinci-faşizm için ekonomik kriz, onun yumuşak karnıydı. Alacağı yaranın ne denli ölümcül olabildiğini, 2001 krizi deneyinden biliyordu. Çöküş, dinci-faşizmin destekçi kitlelerini de etkilemeye başlamıştı. 2017 Aralık ayında, Kudüs için yapılan devlet destekli mitinglerin cılızlığı, iktidara kırmızı alarmdı. Her zayıflığın, hasmında bir karşı atak için cesaret yarattığı nesnel sınıf dengelerinde, dinci-faşizm, bu zafiyetini örtecek bir güç gösterisine ihtiyaç duydu. 2018’in başında Afrin işgaline, işte bu güç gösterisi amacıyla girişti.

İşgal, her köşe başında konuşlanan uçaksavarlı zırhlıların yarattığı en ağır baskı cenderesi içinde gerçekleşebildi. O zırhlıların amacını RTE izah etmişti: “Sokağa çıkmaya yeltenenler çok ağır bedel öder, ezeceğiz.” Fakat, bu kibir dolu ezip geçme söylemi, Afrin’de çok sert bir kayaya tosladı. TSK, tarihinin en ağır hava bombardımanına rağmen, haftalarca içeri adımını atamadı. Kayıpları, çoğu ÖSO çetelerinden, 1700’ü geçmişti. Bu çeteler, mayın eşeği misali ölüme sürülmeye karşı çıkınca, bizzat RTE sınıra kadar gitmiş, servete boğma şekliyle çete liderlerini ikna edebilmişti. İçerdeki durum, faşizmin moralini yükseltecek gibi değildi. Uçaksavarlı zırhlılarla kontrol edilebilen sokaklarda, bir avuç MHP’liden başka, savaşı, işgali destekleyen kalabalıklardan eser yoktu. Faşist basın, asker cenazelerini, acemi işi fotoşoplarla çoğaltılan kalabalık resimleri ile servis edebiliyordu. Öte yandan, işgale ancak Rusya’yla anlaşarak girişebilen TC, NATO koridorlarında ciddi bir kaygı ve öfkeye neden olmuştu. Bu koridorlarda yine “garip şeyler” konuşulmaya başlamıştı. İşte o pek nazik günlerde, başkomutan RTE, bir kez daha uzun bir yurt dışı seyahatine çıktı, işgal savaşının en kritik anlarında, şaşırtıcı bir seyahat! Dört günlük geziden döndüğünde, kimsenin haberi olmadı bundan, ya da nerede olduğundan. Kabine toplantısına da katılmamıştı. Anlaşılan, tepelerde yine fırtınalar esiyordu. Eğer YPG, Newroz’a üç gün kala, alelacele Afrin’i bırakma kararı almasaydı, tepedeki uğursuz fırtınanın sonuçlarını görebilecektik.

Afrin’e çekilen TC bayraklarına rağmen, içeride kimse “zafer turu” atmadı. Karşı-devrimci güruhların moralini sokaktaki hiç bir şey düzeltemiyordu. Oysa devrimci kitleler, uçaksavarlı zırhlıların gölgesinde, “devrimci Mart”ı karşıladılar. 8 Mart ve Newroz’da bir kez daha büyük kalabalıklar alanlara cesaretle çıktılar. En anlamlı manzara Cizre’den geldi. Kent savaşlarından kalan enkazın yanı başında halk Newroz halayına duruyordu. Bu nasıl bir halktı böyle!Kentleri yıkılmış, Kerkük’ten sonra Afrin’i de kaybetmişler, ama umutsuzluğu ve teslimiyeti asla kabul etmiyorlardı. Türkiyeli emekçiler içindeyse, boykot rüzgarları esmeye başlamıştı. O kadar ki, tüm ömürlerini devrimci olan ne varsa unutturmaya adayan pespaye reformizmin sözcüleri bile, boykotu işaret ediyorlardı. Ve bu cesaret, umut dolu seli birleştirecek genel rejisör, ekonomik yıkım, tüm gücüyle abanmaya başlamıştı.

Bir kez daha tekelci sermaye, kupkuru bozkırı sulandıracak o bildik araca başvurdu: Baskın genel seçim. Fazlasıyla aceleleri vardı, hemen işe koyuldular, ama geniş yığınları seçim havasına sokmak için müthiş bir efor gerekecekti. RTE, “milletim tamam derse, koltuğu bırakırım” gafını yumurtladığında, hemen aynı gün 2 milyon insan sosyal medyada “tamam” dedi. Dinci-faşistler bu kampanyaya karşılık vermek istediler, sadece 400 bine ulaşmışlardı ki, Twitter şirketi, bunların çoğunun sahte hesap olduğunu ilan ediyordu. AKP mitingleri ardı ardına fiyaskoyla sonuçlanıyor, MHP miting bile yapamıyordu. Yani, güç dengelerinin ne tarafın lehine olduğu apaçıktı: dinci-faşizm nüfusun azınlığının desteğine sahipti. Ancak sandıklara güvensizlik %76’ya ulaştığı için, bu güç derecesi, halkın sandıklara ilgisini yaratamıyordu. Burjuva muhalefet hızla birleşip, kampanyalarını tek bir vaade dayandırma kararı aldı: Hileli sonuçlar asla kabul edilmeyecek! Hükümete dönük nefretle dolu olanlar, diğerlerini değil, ama bu vaadi ciddiye aldılar. Bu vaatte, genel oy sayımıyla bir hesaplaşmadan çok, isyan hakkını sandıklardan çıkartma olasılığı gördüler. Burjuva muhalefetiyle, onların eteklerine yapışıp kalmış reformizmin son güne dek gayretleri, böyle bir vaade ciddiyet kazandırabilmekti.

24 Haziran seçimleri için Leninist Parti halka gerçekleri söyleme çağrıları yaptı. Çünkü burjuva muhalefetin tüm vaatleri gibi bu da bir aldatmacadan ibaretti; ne oyların çalınmasını önleyebilirler ne de hileli sonuçlardan bir isyan çıkartabilirlerdi. Son üç gün, İstanbul, İzmir ve Ankara’da on milyonu aşan toplamda mitinglerde konuşan Muharrem İnce, isyan hakkına dair umutların yeşermesine zemin hazırladı. Bu konuda umutlu olsalar bile, peşine düştükleri kişilere güvenleri yoktu. İşte bu yüzden anket şirketleri, 13 kişiden 1 kişinin sorulara cevap verdiğinden şikayet ediyordu. Halkevci Oya Ersoy “referandumda herkes tutumunu açıkça ortaya koymuştu, şimdi kulaktan kulağa fısıldanıyor” izlemini ifade ediyordu. Bu sessizlik, bu fısıltı, bir isyana hazırlığın ifadesiydi. Mitinglerde gördükleri kişi ve partinin güven vermediği açıktı; politik tutumlarını kendilerine sakladılar. Hem dinci-faşizmi hazırlıksız yakalamak, hem de başlayan hareketten burjuva muhalefetin yararlanmasını engellemek amacıyla, fısıltı konuştular. Gözden kaçırdıkları iki şey, fısıltıyla örülen isyan havasını bozacaktı. Birincisi, bir hataydı, işaret fişeğini patlatma şerefini Muharrem İnce’ye bırakmış olmaktı. O gece fişek ve fişekçi ortalarda hiç görünmedi. İkincisi, dinci-faşizmin, kitlelerin sessizliğine aldanmayıp, hazırlığını yapmış olmasıydı. Sandıklarda oy verme işlemi bittiği anda, kritik merkezlerde, IŞİD görünümlü ağır silahlı gruplar görünmeye başlamıştı bile. Bu görüntüler, yaratacağı sürpriz etkisiyle ilk zaferlerine ulaşmayı uman devrimci yığınlara, zayıf yönlerini hatırlatıyordu.

İsyan havasının sönmesine, parlamenter yolcuların sunduğu katkıyı da unutmamak lazım. Hileli sonuçlara duydukları öfkeyle sokaklara çıkanların yanı başında, burayı geçip meclise girenlerin kutlamaları boy veriyordu. Özellikle devrimci kitlelerin yoğun yaşadığı ve hareketi başlatabilecek semtlerde bunlar yaşandı. Bir kez daha, yarı yolda bırakılmanın hayal kırıklığı ile devrimci yığınlar, en azından, isyan umutlarına kimlerin karşılık vermeye yanaşmadığını açıkça görmüş oldular.

Bu topraklarda, proletaryanın ve bizzat devrimci milyonların parlamenter hayaller ile imtihanı ve kavgası, işte bu aşamalardan geçerek, günümüze dek ulaştı. Hikaye sona ermiş değil, çünkü önümüzde uzanan devrimin içeriği, bir halk devrimi olduğu sürece, küçük burjuvazinin yalpalayan tutumuna mahkum olacaktır. Oportünist çevreyle bağıntısı içinde, bu yalpalamalar, parlamento ve sandık sevdası olarak karşımıza çıkmayı sürdürecektir. Ancak, yaşanan hiçbir şey boşa gitmiyor, devrimci yığınlar, sarsıcı ve büyük olaylar tarafından eğitime tabi tutuluyor. Her büyük olayın yarattığı kritik dönemeçlerde devrim, ayaklarına dolanan bir başka önyargıdan, boş hayaller ve umutlardan, miadını doldurmuş mücadele biçimlerinden kurtuluyor. Devrim, önüne koyduğu sorun ve görevler yükseldikçe, bu görevleri yüklenecek gerçek güçleri hazırlıyor, çoğu kez sessizce; ama ulaşılan her yeni ve yüksek aşamada, daha uzun hazırlıklar ve sancılı dönüşümler eşliğinde...

Umut Çakır

İlk bölümü okumak için tıklayınız.

İkinci bölümü okumak için tıklayınız.

Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız

Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız

Beşinci bölümü okumak için tıklayınız

Altıncı bölümü okumak için tıklayınız

Yedinci bölümü okumak için tıklayınız

Sekizinci bölümü okumak için tıklayınız

Dokuzuncu bölümü okumak için tıklayınız

Onuncu bölümü okumak için tıklayınız

 Onbirinci bölümü okumak için tıklayınız

Onikinci bölümü okumak için tıklayınız

 On üçüncü bölümü okumak için tıklayınız

Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.