Makale Dizini

Nereden çıktı şimdi Sivas Katliamı üzerine bir yazı, diyenler olacaktır. Haklılar da aslında. Bilirsiniz, bizde gelenektir, bu tür olaylarla ilgili yıldönümlerinde bir şeyler yazmak, anma etkinlikleri yapmak, eylemler gerçekleştirmek. Bu vakitsiz anmanın nedeni nedir, diye soranlara, şunu diyebilirim; izlediğim Sivas 93 oyunu…

Sivas Katliamıyla ilgili bir oyun yapıldığı haberini gazeteden okuduğumda, nasıl sevindiğimi anlatamam. Bu sevincimin bir nedeni; tarihimizde önemli bir yere sahip olan bir olayın, sanatsal bir üretimin konusu olarak ele alınması ve oyunlaştırılması ise, diğer nedeni; Sevdalı Bulut, Aslan Asker Shavk, Bir Delinin Hatıra Defteri gibi oyunlarından tanıdığım ve sevdiğim Genco Erkal’ın yeniden politik konulara yönelmiş olmasıydı. Tiyatro seyircisinin tiyatro salonlarını unuttuğundan yakınan birçok tiyatrocu, TV kanallarını dolduran magazin programlarını tiyatro sahnesine taşımakta çözümü bulmuştu. Ama ne yaparlarsa yapsınlar, tiyatro salonları boş koltuklara perde demekten kendilerini kurtaramamışlardı. Sivas 93 oyununa hiç beklemedikleri şekilde büyük bir ilgi olduğunu gören Genco Erkal, “Bu tür bir oyun birdenbire seyirciyle kaybettiğimiz iletişimi sağladı.” diyor. “Toplum, olayların can alıcı yerine parmak basan ve doğrudan doğruya iletişim kurabilen bir şey istiyor. Tüm tiyatrolarda olduğu gibi biz de seyirci kaybetmiştik ama bu oyuna hiç beklenmedik bir şekilde müthiş bir ilgi var. Dostlar Tiyatrosu eskisi gibi daha sert, daha direkt olduğu zaman gene izleyicisini buluyor demek ki.”

Bugüne kadarki başarısının temelinde, “Toplumun özgürlüğü ve esenliği adına verilen inançlı savaşım yanında, tiyatro sanatının gerektirdiği tüm sorumlulukların savsaklanmadan taşındığı sürekli bir araştırma, deneme ve yaratma eylemi yatmaktadır.” diyen Dostlar Tiyatrosu, Sivas 93 oyunu ile birlikte, bu çabadan vazgeçilmediği takdirde, hangi dönem olursa olsun, hak ettiği ilgiyi toplayacağını görmüş oldu. Yılların birikim ve deneyimiyle, belgesel tiyatro gibi zor bir işin altından başarı ile kalkabilmiş Genco Erkal. Hiç de kolay değildir tarihsel bir olayı anlatmak belgesel bir yöntemle. Kelime kalabalığı, olay kalabalığı, tarihler, yerler, isimler derken izleyicinin dikkatini sürekli kılmak hiç de kolay değildir. Bir saat on beş dakika süren oyunu, benim gibi tüm izleyenlerin sahneden hiç kopmadan, sıkılmadan izlediğine eminim.

Sivas Katliamının üzerinden 15 yıl geçti. Kimimiz unuttuk, kimimiz ise böyle bir olayın yaşandığını dahi bilmiyoruz. Salondan yükselen, “bu kadar da olmaz ki”, “bunlar insan değil”, “yazıklar olsun” gibi mırıltılar, oyun bittikten sonra gözyaşlarını silen insanlar, faşizmin ne demek olduğunu hatırlamış ve öğrenmiş olarak salondan ayrıldı.

Oysa hatırlanması gereken başka gerçeklerde vardı.  Biz de bu dokunulmayanları hatırlatalım dedik. Ne de olsa amacımız “Sivas’ı Anlamak.”

Sivas Katliamı duru gökte çakan bir şimşek miydi, yoksa uzun zamandır yaşanan gelişmelerin kendini somut bir şekilde ifade ettiği, sürecin bundan sonra nasıl gideceğini gösteren bir olay mıydı? Bu soruya doğru cevap verebilmek için o günleri hatırlamakta fayda var.

89 Bahar Eylemleri ile yükselişe geçen işçi sınıfının kitlesel hareketi, 12 Eylül sonrasının moral bozukluğunu dağıtmış, yeniden kitlelerin güven kazandığı bir dönemin başlangıcı olmuştu. Devrimci mücadele, sosyalizm mücadelesi dünyadaki tüm ters rüzgarlara rağmen, hızla yükselişteydi. Özellikle yükselen Kürt halkının özgürlük mücadelesi, kapitalizmin korkulu rüyası olmuş durumdaydı. Sermaye şunu çok iyi biliyordu, bu yükselişin önüne geçilmeliydi, yoksa hareket onu aşıp geçecekti. Öyle de oldu, 89 Bahar Eylemleri’yle başlayan kitlesel işçi eylemleri, iç savaş süreciyle birlikte politik ve devrimci nitelik kazanmaya başladı. Ölüm yürüyüşü, Aras Kargo işçilerinin grevi, onlarca fabrika işgali bu nitelik değişimin göstergesi oldular. Artık sermaye açısından bu gelişme ne pahasına olursa olsun durdurulmak zorundaydı. Bunun tek yolu ise, işçi sınıfı ve emekçi halklara, Kürt halkına karşı en sert zor araçlarıyla savaş başlatmaktı. 91 yılı bu savaşın başlatıldığı tarih oldu. Artık bir iç savaş süreci başlamıştı. Her gün yaşanan infazlar, gözaltında kayıplar, kaçırmalar, işkenceler olağan olaylar haline gelmişti. Her sokak başı bir çatışmanın merkezi duumundaydı.

      Kürt halkının yaşadıklarını anlatmaya sayfalar yetmez. Yeşilyurt köylülerine bok yedirmekten tutunda, köy boşaltma, ormanları yakma, gözaltında kayıp, faili belli cinayetler, gerilla cesetlerine yapılan işkenceler… Kürt halkı yaşadığı tüm bu saldırılar karşısında sinmek bir yana, harekete geçerek serhıldanları başlattı. Yükselen serhıldanlara karşı, faşizmin cevabı kitle katliamları oldu. Bir katliama ihtiyacı vardı, Sivas’ta düzenlenen Pir Sultan şenlikleri, onun için en uygun fırsattı. Orada bir araya gelen insanlar, toplumun aydınlık yüzü, muhalif kesimleriydi. Devrim mücadelesinin bir parçasıydı. Sivas yalnızca Alevilere dönük bir katliam değil, tüm toplumu sindirmeye ve korkutmaya yönelik bir olaydır. Zaten ardından gelen kitle katliamları da bu olayın durgun gökte çakan bir şimşek olmadığını gösterdi.


Burjuvazi yeni bir süreci başlatmıştı.

Tarih 2 Temmuz 1993… Sivas… Adı sazla, sözle, ozanlarıyla anılan şehir… 400 yıl önce haksızlığa, ezilmeye, horlanmaya karşı isyana durmuş Pir Sultan Abdal’ın şehri… Ve sistemi içerden düzeltmeye çalışanlara karşı, belleklerimize silinmez bir şekilde kazınmış, “Bozuk düzende sağlam çark olmaz” gerçekliği… Bu söze uymayıp Osmanlıya kapılanan Hızır Paşa’nın Sivas’a vali olup Pir Sultan Abdal’ı astırdığı şehir…

Üç yıldır düzenlenen Pir Sultan’ı Anma Şenliği için, dört bir yandan aydınlar, sanatçılar, semah ekipleri kalkıp gelmişlerdi Sivas eline, 93 yılının 2 Temmuz’unda… Amaçları Pir Sultan’ı anmaktı sazla, sözle… Kimsenin hazırlanan katliam senaryosundan haberi yoktu. Etkinlikler düzenleniyor, yazarlar kitaplarını imzalıyor, semah ekipleri gösterilerini yapıyorken, bir yandan da sinsi sinsi katliam hazırlıkları yapılıyordu. Her yıl olduğu gibi bu yılda festival olağan halinde sürerken Sivas sokaklarını yavaş yavaş büyüyen bir uğultu sarmaya başladı. Bahane hazırdı, dinsiz Aziz Nesin’i Sivas’tan kovmak…  Oysa asıl amaç Pir Sultan’ı bir kez daha asmaktı… Darağacı bu kez Madımak Oteli’ne kurulmuştu… Boyuna geçirilen ilmek değil, alev ve dumandı… 35 insanımız yakıldı. Evet, doğru, taşı atan, oteli ateşe veren insanlar çember sakallı, cüppeli, gerici insanlardı. Peki, onları oraya toplayanlar, harekete geçiren ve izin verenler kimlerdi?

Tarih 15 Ağustos 1993… Kars Digor… Bağa, bahçeye gitmenin yasaklandığı bir dönem… Gözaltılar, işkenceler… Ve ilçe merkezine doğru yürüyüşe geçen kitleler… Kitlenin üzerine yağan kurşunlar… 17 ölü… Bunlardan 5’i çocuk… Haber şöyle geçti, “PKK ile girilen çatışmada 17 PKK’li öldürüldü.” Oysa gerçek bu değildi. Daha Sivas’ın külleri soğumamışken, faşizm bir katliam daha gerçekleştirmişti. Olayın sorumlusu olarak seçilen birkaç güvenlik görevlisi, yapılan mahkemelerin ardından beraat etti.

Digor’un kanı daha yerde kurumamışken, bu kez Lice’den yükseldi çığlıklar… Tarih 21 Ekim 1993… Binlerce asker, tank, panzer ve roketatar silahlarının ateşi altında bir şehir… 4 gün boyunca süren kuşatmanın ardından geriye kalan onlarca ölü, 300 yaralı ve içindekilerle birlikte yakılmış 228 dükkan… Ve ardından yaşanan göç… Lice ölü bir kenttir artık… 9600 nüfuslu kentten geriye sadece 300 kişi kalır… Devletin yaptığı açıklama ise her zaman olduğu gibi, “Saldırıları PKK yapmıştır, olayda 9 kişi ölmüştür, zarar gören vatandaşların zararları karşılanacaktır…”

Hep aynı hikâye… Oysa gerçek Maraş’tan, 1 Mayıs 77’den, Çorum’dan, Sivas’tan, Lice’den, Digor’dan bu yana aynıdır. Tüm bu katliamların ortak bir noktası vardır; yükselen kitle hareketini sindirmek, gözdağı vermek, emekçi sınıfların geleceğe yürüyüşünü engellemek. Sivas, yaşanan bu film şeridi içinde yalnızca bir andır. Ve nedeni asla şeriatçıların, laikliğe, cumhuriyete karşı isyanı değildir. Evet, doğru, taşı atan, oteli ateşe veren insanlar çember sakallı ve cüppeli idi, ama o güruhu harekete geçiren gücün amacı asla laik cumhuriyeti ortadan kaldırmaya dönük gerici bir ayaklanma değildi. Şeriatçılar bu olayda yalnızca birer figürdür. Dinci-gerici hareketin tarihi, bize, onların insanlık düşmanı, karşı-devrimci özünü göstermektedir. Her zaman sömürücü sınıfların elinde vurucu bir güç olarak kullanılmışlardır. Kimileri bu gerçeği unutsa da insanlık onların işlediği suçları asla unutmayacaktır.

Sivas katliamı devlet ve gerici güçlerin planlı ve örgütlü bir eylemidir. Karşı devrimin bir eylemidir. Kemalistler on yıllar boyu toplumun ileri kesimini kendi egemenlikleri altında tutabilmek için onları her zaman “şeriat tehlikesi” demagojisiyle korkutmuşlardır. Sivas başlatılan yeni sürecin ilk adımıdır. İşçi ve emekçi halklara karşı “topyekûn mücadele stratejisinin” bir parçasıdır.

Cumhurbaşkanı Demirel: “Fevkalade hassas bir konu… Gerekli önlem alındı. Emniyet güçleriyle, devlet güçleriyle halk karşı karşıya getirilmemelidir. Ona gayret ediliyor.” Evet, gayretleri sonuç verdi, oteli saran kalabalık ile asker ve polis karşı karşıya getirilmemişti, eylemlerini daha iyi gerçekleştirebilsinler diye.

Başbakan Çiller: “Sivas’ta üzücü bazı olaylar olmuştur. Devlet oradadır. Bütün güvenlik güçlerimiz oradadır. Otelin etrafını saran vatandaşlarımıza hiçbir biçimde zarar gelmemiştir. Dolayısıyla onlardan ölen ve yaralanan da yoktur. Dolayısıyla olay, bir otelin yakılması ve içinde olanların ölmesiyle ortaya çıkmıştır. Tahrike kapılacak bir durum yoktur.”


Yorum yapmaya gerek yok, öyle değil mi?

ANAP Genel Başkanı Yılmaz: “Bu işi bu kadar abartmayın. Bu ülkede bir futbol maçında bile bu kadar çok insan ölüyor.” Ne anlamı var ki faşizm için 35 insanın yakılarak öldürülmesinin, o bu türden suçlarla ayakta kaldığını çok iyi biliyor ve geleceği için zorunlu görüyor.

“Devlet onların yanındaydı.” diyor bir oyuncu… Bu sözlerin sahiplerinin yönettiği bir ülkede başka suçlu aramaya gerek var mı? “Bir polis yürüyenlere, üzerimde kıyafet olmasa ben de size katılırdım.” diyorsa ve olayları engellemek için hiçbir şey yapmıyor hatta kışkırtıyorsa, başka suçlu aramaya gerek var mı? “6000 kişilik askeri birlik Sivas’ta ama olaylara müdahale etmek için hiçbir şey yapmadı.” Neden yapsınlar ki, amaçlanan zaten sokaktaki güruhla, askeri, polisi karşı karşıya getirmemek değil mi? Tüm bunlardan çıkan sonuç şudur ki, Sivas, Türk ve Kürt işçi emekçilerine karşı başlatılmış topyekûn saldırının adıdır. Katliamlar sürecinin başlatılmasıdır.

Oyunun en önemli repliklerinden birisi Goethe’nin şu sözüydü: “Hiçbir şey eyleme geçen cehalet kadar korkutucu olamaz.” Evet doğru… Peki, harekete geçen cehaletten daha korkutucu değil midir onları harekete geçirenler? Kendi çıkar dünyalarının bozulmaması için halkları birbirine kırdıranlar? Bunun için uzmanlar yetiştirenler, senaryolar oluşturanlar? İnsanı, doğayı, geleceği yok oluş gerçekliğiyle karşı karşıya getirmiş bir sistem olan kapitalizmden daha korkutucu hiçbir şey olamaz.

“Yaşamak görevdir bu yangın yerinde / Yaşamak, insan kalarak” demiş Ataol Behramoğlu Sivas’ın ardından yazdığı şiirde, ama yeter mi sadece insan kalarak yaşamak… İşçi ve emekçi halklara karşı eyleme geçen faşizmin karşısında eyleme geçmektir görev bu yangın yerinde…

Amacımız eğer “Sivas’ı Anlamak” ise, öfkemizi, acılarımızı, kinimizi doğru hedeflere yöneltmek zorundayız.  Ve bir daha yaşamamak için, sermayenin şu yanını iyi tanımak ve onu ortadan kaldırmak için mücadele etmek zorundayız. Sermaye, “Güvenli bir yüzde 10 kâr ile her yerde çalışmaya razıdır; kesin yüzde 20, iştahını kabartır; yüzde 50, küstahlaştırır; yüzde 100, bütün insancıl yasaları ayaklar altına aldırır; yüzde 300 kâr ile sahibini astırma olasılığı bile olsa, işlemeyeceği cinayet, atılmayacağı tehlike yoktur. Eğer kargaşalık ile kavga kâr getirecek olsa, bunları rahatça dürtükler.”

Geleceğimizi güvence altına almak istiyorsak, Sivas’ı anlamak ve bir daha bu türden olaylar yaşamak istemiyorsak, yapabileceğimiz tek şey, özel mülkiyete dayalı, sömürü düzenini ortadan kaldırmak, sınıfsız bir dünya olan komünizme giden yolu açmaktır.

ÖNSÖZ, 10. Sayı, Kış ‘08