Burjuvazinin kapitalist devletlerinde sık sık kanalizasyon taşar ve bu sınıfın işlediği bütün suçlar etrafa saçılır. Evet, anlaşıldığı üzere; “atık su bertaraf etme” sistemlerinden söz etmiyoruz, bürokrasinin tüm kademelerinin bir şekilde içinde olduğu bir şeyden söz ediyoruz.

Bu şey her taştığında burjuva ve küçük-burjuva muhalefeti büyük bir heyecan sarar. Bir anda örselenmiş ruh-i statükolarından sıyrılarak heyecana kapılan bu coşkulu arkadaşlar, o “fırtına”nın kopacağı beklentisiyle bütün güçleriyle söze yüklenirler. Yalnız, aman ha! Sadece söze! Zira bunların en coşkun halleri bile anca bununla sınırlıdır. Çünkü bekledikleri o “fırtına” elbirliğiyle budayacakları ve böylece her şeyi yerinden söküp atan değil de sadece hükümeti değiştirebilecek bir hale getirecekleri bir “fırtınadır”. Yani tek dertleri tepedeki hükümeti devirip yerine kendileri geçsindir ve gerisine katiyen taraf değillerdir.

Ancak bu “fırtına” bir türlü kopmaz, en azından bunun için kopmaz zaten kopan da koptuğunda hiç bu beklenen “fırtınaya” benzemez. Sonunda da söz düelloları eşliğinde en fazla birkaç lağım faresi canından olur, yetmezse, bir iki iri baş bakan görevden alınır gene kesmezse; mizansen bir mahkeme kurulur, absürt bir oyun yeniden oynanır ve “yuh” sesleriyle yeniden açılmak üzere, anlık olarak perde kapanır.

Hal bu olunca tabii bu coşkulu arkadaşların moralleri bozulur suratları düşer ya da kuyruğu dik tutmak için, mücadelenin sürdürüleceği beyan edilir. Fakat bu beyanların bir ucunda sezdirilen bir şey de hep şudur; “Koyun gibisin, ey halk! Niye o ‘fırtınayı’ koparmadın.” Burjuva muhalefet bir türlü basit gerçeği anlayamaz, anlamak da istemez. Diyalektiğin yasaları söz konusu olduğunda olmayacak düşlerin sonu hayal kırıklığıdır. Çünkü olacak olana kimse dur diyemez, olmayacak olana da ol. Yani milyonlar “muhalefet cephesi”nin küçük, işe yaramayan hayalleri için çarpışmaz ya da ölümüne çarpışmaz. Emekçiler bilir ki, o fırtınayı koparacak güç sadece kendileridir, ama yine iyi bilirler ki, bu isyan ateşini bir yakarlarsa köz de kendileri olacak alev de. İşte bu yüzden de onlar işin sonucunun buna değeceğinden emin olmak isterler.

Bu bir iki noktaya en baştan değindikten sonra şu an neler olduğuna dair konuşabiliriz. Öncelikle bu kez kanalizasyon taşmakla kalmadı. Yani mesele sadece her yeri kaplayan bir irin seli değil; bu kez mafya denilen lağım farelerinin de bizzat sistem tarafından nasıl beslenerek semirtildiklerinin iyice bir görülür olmasıdır. Bununla beraber görünen bir başka şey de karşı cenahta işlerin hiç mi hiç yolunda gitmediğidir. Öyle ki özenle yaratılıp beslenen bu ucubelerin o dev karınlarını doyuracak kadar yiyecek yani para ve imkan yok. Böyle olunca da hepsi birbirinin payına el uzatmaktan çekinmiyor.

Başka bir anlatımla, vicdanı cüzdanından ibaret olan burjuva sınıf ve onun besleme çeteleriyle içli dışlı olan bürokrasi, o meşhur pastanın küçüldüğünün bilincinde. Ancak hiç biri daha küçük bir dilim yemek istemiyor, istemediği için de elindeki çatalı kendi payına değil de mimli faşist parti liderinin deyimiyle “dava arkadaşı”nın gözüne ya da gırtlağına saplıyor. Sonra bir kez daha kılıçlar çekiliyor ve biz de izliyoruz, havada uçuşan “dava arkadaşı” başlarının çöpe atılan gövdelerini.

Aslında bir yanıyla öyle çok da yeni bir şey yok. Bütün bu olanlar çoktan ayyuka çıkmışın bir tekrarı daha doğrusu örneği. Dünün Topal Osman’ı, evvelsi günün Turancı Jön Türkleri ve şimdinin halk düşmanı karşı-devrimci çeteleri, hepsi ama hepsi “yerli ve milli” birer Topal Osman değil midir?

Yine de bu yaşananların başka bir yanı daha var ki, bu da bugün yaşananları dünün basit bir uzantısı olmaktan çıkarıyor. Burjuvazinin yönetememe krizinin bir sonucu olarak bu olgu son otuz-kırk yıldır her seferinde daha da görünür bir biçim alıyor. Toplum üzerindeki siyasal egemenliğini yitiren her burjuva devlette olduğu üzere yaşanan şey; bu başarısızlığın bir bedelini de kendi içinde bölünme, çatışma ve parçalanmalar yaşayarak ödemesidir. Her iç çatışmada da daha dün baş tacı edilen bu beslemelerden bazıları gözden çıkarılır. Ancak harcanan bu tipler başlarına bunun her an gelebileceğini çok önceden tahmin ettikleri için, her türlü hazırlığı önceden yapmış olurlar. Zamanı geldiğinde de kendilerini kurtarmak için işledikleri ve işlenen tüm suçların resmi belgelerini her yana saçarlar. İşte son günlerde yaşanan ve burjuva ve küçük-burjuva muhalefeti heyecanlandıran şey de budur. Bu cenah şu an hep bir ağızdan “Bakan İstifa”, “Yüce Divan”, “Erken Seçim” diye bağıradursa da olan şey bu haliyle ve bu taleplerle basitçe reformizmin çiğnediği bir samandan ibarettir. Varsın bununla tıkına dursunlar çünkü bunun zerre önemi yok. Önemli olan tek şey bu durumun sistemsel çöküşün bir göstergesi oluşudur.

Sistemsel çöküş, sadece dinci faşist partiyi içine almıyor; aynı zamanda son yirmi yılda “re-organize” edilen tüm devlet kurumlarını içine almış durumda. Bundan çokta uzak sayılmayacak bir tarihte, cellatlardan biri şöyle demişti: “Bir tuğla çekilirse duvar yıkılır!”. “Duvar”dan kastın ne olduğundan kimsenin şüphesi yoktur. Elbette burjuvazi bu “tuğla”yı çekemezdi. İşledikleri suçların onlarca, yüzlerce ispatı ortadayken, o mizansen mahkemelerde o bayat oyun için perde açılmış ve suçlular “delil yetersizliği” gibi gerekçelerle ya berat etmiş ya da ödül gibi cezalarla mükafatlandırılmıştı. Böylece burjuvazi bu “duvar”ı korumuştu korumasına da, korunan bu duvarın sağladığı bütün imkanlarla lağım fareleri de her zamankinden daha çok semirtilmeye başlanmıştı. Bu süreç bütün hızıyla hala sürüyor ve sürecek. Bu beslemelerin bazıları ve hatta neredeyse hepsi nasıl “hayırsever iş insanı” payesine uygun görülerek ve en üst derecede devlet protokolleriyle karşı-devrimci cephede görevlendirildilerse, yine böyle görevlendirilmeye devam edilecekler. İçlerinden bir ikisinin gözden çıkarılması, bu işleyişi ortadan kaldırmayacaktır.

Ancak, bir şey var ki o kaçınılmaz olandır: Tarih boyunca vakti gelince yıkılan tüm o “duvar”lar gibi bu “duvar”ın da kaderi belli. Bu sonu engellemek için kaç bakan, kaç bürokrat ya da çete lideri harcanırsa harcansın, kurban edilirse edilsin “duvar”ların kaderi ille de yerle yeksan olmaktır. Evet vaktiyle bu “duvar”dan bir “tuğla” çekilmedi ama o “tuğla” çekilmese de, son değişmedi ve bu “duvar” çoktan bel verdi bile. Çöküyor, hepsi bu ve gerçek bu kadar basit.

Bugün, bir devrim için yola çıkmış olanlar, elbette ki bu besleme karşı-devrimcilerin birbirlerine layık gördüğü seviyesiz üslubu izlemek ve de bununla yetinmek durumunda kalmayacaklardır. Onlar burjuva ve küçük burjuva muhalefetin “hemen seçim” samanını da çiğnemeyecekler. Zira esas konu bu “duvar”ın çöküp çökmeyeceği değil, kimin üzerine çökeceğidir. Burjuvazinin mi yoksa emekçilerin mi? Şüphesiz ki hikayenin bu kısmı yani sonu için iki ayrı bir birine tamamen zıt sonlardan sadece biri yazılacaktır.

Bunlardan biri güzel bitiyor. Bu köhne “duvar” burjuvazinin başına yıkılıyor. Bu sonda, yarının o güzel günleri var yani ne kanalizasyon fareleri ne de onların efendileri!.. Fakat bu “duvar” kendiliğinden değil, bir devrimin o muhteşem gücüyle yıkılıyor.

Diğer sonun ise hiçbir güzel yanı yok. Çünkü duvar emekçilerin üstüne çöküyor. İşte o an, işte o, ya devrim ya ölüm sözündeki, o ölüm’ün en kahredici yanıyla karşılaşılıyor.

Biz umutluyuz ve inanıyoruz, bu sonlardan güzel olanını yazabileceğimize.

Tarih boyunca ezilenler hep başkaları için destanlar yazdı; ancak sosyalizmin ortaya çıkışıyla bu destanları kendileri için yazma fırsatı hatta imkanına sahip oldular. Bugün emekçiler kendileri için kendi istedikleri kadar sonsuz bir mutlu son yazabilir. Çünkü bu sadece onların ellerindedir...

Kenan Kızıl